Dolar
32.38
Euro
34.92
Altın
2,233.04
ETH/USDT
3,556.20
BTC/USDT
70,771.00
BIST 100
9,079.97
Analiz

'Amerikalar Savaşı'ndan parsellenen dış politikaya

ABD Başkanı güçsüzken ve daha da güçsüzleştirilirken, ABD dış ve güvenlik politikası, çıkarı önceleyen ve çıkar için güç hesaplamasını katı ve fırsatçı bir biçimde yapan Washington DC eliti tarafından parselleniyor.

08.08.2017 - Güncelleme : 08.08.2017
'Amerikalar Savaşı'ndan parsellenen dış politikaya

İstanbul

İSTANBUL - Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney

Trump seçimleri kazanıp Amerika’daki müesses nizama karşı ‘devrimci’ bir karşı çıkış sergileyeceğini kendi üslubuyla ve çoğunlukla Twitter hesabından attığı 140 karakterlik mesajlarla duyurduğunda, “Amerika Amerika’yla savaşıyor” diye yazmıştık. Bu savaşı izleyen dış dünyada bir beklenti ve korku hakimdi. Obama örneğinde olduğu gibi savunmacı da görünse, Bill Clinton, oğul Bush, Hillary Clinton örneklerindeki gibi saldırganlığa da meyletse liberal hegemonyacı bir çizgi benimsemekten vazgeçmeyen müesses nizam çizgisinin, yanına Rusya-İran-Çin karşıtı sert adamlar almış olan Trump çizgisiyle bürokraside karşı karşıya geleceği hesaplanıyordu. Bu karşılaşmanın devlet işleyişini ve dış politika karar verme sürecini kördüğüm haline getirmesi, o günlerin ikliminde gerçekçi bir beklentiydi. Bu tür bir tıkanıklığın yaratacağı fırsat ve risklerin yönetilmesi için ABD’nin ne gibi yaratıcı bir çözüm bulacağı henüz belirsizdi. Zaten bu nedenle de ABD’nin askeri, siyasi ve iktisadi olarak operasyonel düzeyde var olduğu dış dünyanın her bir parçasında rakipler -başta Rusya ve Çin- kendilerini ‘stand-by’ konumuna, yani beklemeye aldılar. Bu bekle-gör stratejisi elbette rakipleri reaksiyoner bir dış politika tutumuna sıkıştırıyordu. Ama bir yandan da bu bir zorunluluktu, çünkü Amerika’nın Amerika’yla savaşında tek problem müesses nizam-Trumpçı popülist realizm karşıtlığı değildi. Trump yönetiminin dayandığı cumhuriyetçi felsefe, ABD’nin karşı karşıya kaldığı tehditlerin hiyerarşisini yapmayı da gerektiriyordu ve ilk sorun burada belirdi.

Elinde pala, bıçak olan DEAŞ militanlarının resimleri üzerinden yaratılan söylem Amerikan sokaklarını şimdilik idare ediyordu. Ama gerçekçi olmak gerekirse, Levant-Kuzey Afrika-Afrika hattına sıkıştırılan DEAŞ asıl bu bölge için, yakın-uzak komşu alanlar -yani Avrupa’dan Kuzeydoğu ve Güneydoğu Asya’ya uzanan hatlar- için günlük hayatta karşılığını bulmuş bir tehditti. ABD sınırlarının -vize rejimlerinden duvar inşasına uzanan bir skalada- güçlendirilmesi, dışarıdan gelen tüm tehditlere karşı savunmada ‘Amerikan Kalesi’ imajı için yeterliydi. Zaten DEAŞ’la mücadelenin Trump yönetimi altında araçsallaştırılması, yani geçici/kalıcı ittifakları ve alanda savaşacak vekilleri cesaretlendirmek, hatta kimi zaman ABD’nin suyuna gitmeyi reddedenleri hizaya sokmak için uygun bir araç olarak kullanılması, DEAŞ’ın ABD’de artık fazla ciddiye alınmadığını da gösteriyor. Zaten bu nedenle de DEAŞ tehdidi çok kolay bir biçimde ve çok kısa süre de başka isimde başka tehditlerle -El Kaide ya da Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ile- yer değiştirebiliyor. DEAŞ’la mücadele, kısaca işlevsel, ama tüm ABD strateji elitini üzerinde birleştirici bir etki yaratacak ciddiyette bir amaç değil. Bu koşullarda gerçekten Trump yönetiminin kime karşı savunma duvarlarını yükselteceğini düşünmesi gerekiyordu. Trump yola çıkarken Hillary üzerinden Obama dönemi dış politikasını yerden yere vurdu. Çünkü Obama’nın fırsatçı kazançla düzenin koruyuculuğu arasında denge kurmaya çalışan dış politikası Arap Baharında karaya oturmadan çok önce, Rusya ve Çin’i ikna edemeyeceğini, Karadeniz ve Batı Pasifik’te kaybettiği alanlar üzerinden görmüştü. Seçimlerde ve seçimden hemen sonra Trump yüksek sesle bağırıyordu: ABD İran’a ve Çin’e sert yüzünü göstermeliydi. Trump’ın kafası Rusya konusunda biraz daha karışıktı ama ekibinde Rusya’ya sert çıkmak gerektiğini savunan asker kökenli yöneticiler de vardı. Sorun, kimin kime karşı nerede dengeleneceğine karar verip adım atmaktı -ki bu konuda Trumpçı elitte yaşanan bölünme ‘Beyaz Saray Savaşları’nı tetikledi.

Beyaz Saray Savaşları’nda mağlup çoksa da galip tek: ABD reel-politiği

Beyaz Saray Savaşları, yani Beyaz Saray yöneticilerinin iktidara geldikten kısa süre sonra istifa ya da kovularak görevden ayrılmaları, bugün kazananı olmayan bir savaş izlenimi veriyor ve itiraf etmek gerekirse, müesses nizam-Trumpçı mücadelesinden başka dinamiklere de sahip. Önce sarih olan hatla, yani ‘Amerika’nın Amerika ile savaşı’ndan başlayalım: Trump Beyaz Saray’a yeni yerleşmişken, başkanın görevden alınması ya da başkana karşı soft/demokratik bir darbe yapılması ihtimalleri dillendirilirken, belki de bu yüzden henüz ‘first-lady’ Washington DC yerine New York’ta ikamet ederken, Obama yönetimine sadık olduğunu düşündüğü üst düzey yargı ve bürokrasi mensuplarını Trump görevden aldı: Trump ekibinin işe başlayıp ne yapabileceklerini göstermeleri için gerçekleşen sıradan bir kurban töreni. Ancak kısa süre içerisinde, müesses nizamın bu kurban törenini gözyaşları içinde izlemeyeceği ortaya çıktı. Trump’ın 7 Müslüman ülkeye karşı getirdiği, sonrasında müdahalelerle sulanan vize yasağı, Başkan’ın iktidarının ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Adalet bakanlığını bu konuda yeterince motive etmeyen Sally Yates koltuğunu kaybetti. Ancak Trump’a karşı gerçek sıkıştırma, Trump ekibinin Rusya ile olan bağlantılarının soruşturulmasıyla ilgili süreçte yaşandı. Rusya’ya karşı uygulanacak yaptırımları -yani ulusal bir güvenlik meselesini- seçimler esnasında Rus büyükelçi ile konuştuğu bilgisi, Ulusal Güvenlik Danışmanı Flynn’ın kafasını götürdü. Flynn’ın Çin-Rusya hattında neler yapabileceği netleşmemişken politik varlığının toza dönüşmesi, MacFarland, Harvey gibi Flynn’ın ekibinden olanları başsız bıraktı -ki yeni güvenlik danışmanı McMaster göreve başladıktan sonra ne bu isimler ne de S. Banon gibi rakipler uzun süre dayanabildiler.

Müesses nizam açısından asıl başarı Flynn’ın götürülmesi değil, Trump’ın bizzat ailesi -oğlu ve damadı- üzerinden Rusya ile kurulan şaibeli bağ nedeniyle sıkıştırılması. Doğrusu, suçlamalar üzerinden Trump’a yönelik savrulan yumruklar Ivanka’nın ayakkabılarına konulan boykottan çok daha ciddi. Bu nedenle Trump yönetiminin Rusya ve İsrail politikalarını kimi yumuşak dengelemeler ve kişisel ilişkiler üzerinden inşa etmek isteyen Trumpzade Kushner’in ve onun gibilerin eli kolu bağlı görünüyor. Putin ile ‘güçlü-karizmatik liderler diyaloğu’ kurmak isteyen Trump, işte bu nedenle ABD-Rusya ilişkilerinin tarihinin en düşük seviyesinde olduğunu açıklayıverdi. Müesses nizam bu başarıyı kazanıp Trump’ı ekipsiz bırakırken, Trump da karşılık olarak -hem de bir ‘tweet’ ve mektupla- FBI direktörü James Comey’i görevden aldı ve Beyaz Saray Savaşları’nda ikinci perde açıldı.

Beyaz Saray Savaşları’ndaki ikinci dinamiği tespit etmek, bu dinamiğin yapı taşlarını gün yüzüne çıkarmak çok daha zor. Öte yandan müesses nizam-Trumpçılar mücadelesi oldukça gürültülü bir biçimde cereyan ediyor. Trump’ı utandırmak isteyeceklerin başvuracağı uzun bir liste de var: Ne de olsa karşımızda Yahudi Soykırım Müzesi’nde çok iyi vakit geçirdiğini söyleyen bir başkan var. Fakat sanki Washington’da, güçsüz ve ekibi sallantıda bir başkanın ne kadar yararlı olabileceğini fark edenler de var. Cumhuriyetçi felsefe ile reel-politiği (yani çıkarları öne alan siyasayı) harmanlayan isimler, dışişleri bakanlığı ve Pentagon aracılığıyla, ulusal güvenliği ve dış politikayı ada-ada, alan-alan parselliyor gibi görünüyorlar. Kimi parsellerin sahibi çok net: Suriye’de Pentagon’un borusunun öttüğünü anlamamız için, akıllara ziyan açıklamalar yapan Pentagon generallerini yalanlamak için yarışan dışişleri ve büyükelçiliklerin gayretine bakılabilir. Kimi parsellerin sahibi ise daha belirsiz: Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan çekilmenin hatalı olabileceğini düşünen Pence’in daha öne çıkıp çıkmayacağını göreceğiz. Pasifik sıcak bir nokta oluşturabileceğinden, etkisini Pasifik işleri ve gelecekteki Pasifik stratejisi üzerinden artırmak isteyen çok olacak.

Bu parselleme sürerken ve Trump kolunu kanadını kaybetmişken, birbiri ardına Beyaz Saray’ın içinde ve Beyaz Saray ile dışarısı arasında koordinasyon sağlayacak isimler göreve getirilip görevden alınıyor. Scaramucci’nin göreve getirilmesine karşı çıkan Priebus’un istifasındaki imza kurumadan Scaramucci gönderiliyor. Kazananı olmayan, ama hayli gürültü kopardığı için arkasındaki alanın parsellenmesini gözden uzak tutan bir oyun. Trump da sahnede. Ne de olsa Caligula dönemi Roma İmparatorluğu’nda değiliz; aşırılıkları olan imparatorlar derdest edilmiyor; dahası Trump devrimciliğinin kalan yegâne unsuru -Twitter üzerinden yürütülen dış politika ve güvenlik politikası- ABD politikasının fırsatçılığından yakınanlara karşı bir özür olarak kullanılıyor.

Parsellenen dış politikada Amerikan reel-politiğinin bugünü

Amerikan dış politika geleneği, fırsatçı çıkar politikasının gücünü hiçbir zaman yadsımadı. Ama Amerikan değerleri üzerinden dünyaya bir şey söyleyebilme, kimilerini ikna edebilme gücü de (gerek sert gerekse yumuşak güç konusunda büyük kaynaklara sahip ABD için) göz ardı edilemezdi. Üstelik Soğuk Savaş sonrası dönemde rakipler ortada gözükmediği, 1980’lerde farklı biçimlerde direnen bölgesel güçler bile liberalizmin gücüyle terbiye edildiği için, Amerikan başkanlarının aralarındaki farklılığa rağmen liberal hegemonyacı düzenin en azından bir ayağını savunması kolay oldu. Bugün geldiğimiz noktada ise bu retoriği geri plana itip Amerikan çıkarını ve bu çıkarın garantisi olan Amerikan gücünü ön plana almak için daha uygun bir ortam var. Her şeyden önce rakip güçler -Rusya ve Çin- ABD kadar güçlü olmadan baş ağrıtmanın yolunu bulmuş görünüyorlar. Uluslararası ilişkiler akademisi 2010’dan itibaren Moskova ve Pekin’in stratejik hamlelerinden bahsederken, A2/AD (‘anti-access/area denial’ [giriş engelleme/alan kapatma]) kabiliyetlerini anar oldu. Rakip güçlerin (Karadeniz ve Sarıdeniz gibi) belirli özel alanlara girmesini engelleyecek askeri kabiliyetlerin yanında, bu iki ülke, askeri amaçları bulanık manevra ve taktiklerle küresel ve bölgesel pazarlıklarda ABD karşısında ellerini güçlendirebileceklerini gösterdiler. Bu noktadan itibaren ABD rakiplerini direkt düşman ilan etmeden kontrol altında tutma ihtiyacı hisseder. Bu tür bir kontrollü dengeleme stratejisinin en kritik noktası, iki rakibi birbirine doğru itmemek ve gerektiğinde Moskova ile Çin’i, gerektiğinde de Pekin ile Rusya’yı dengeleme potansiyelini hep elde tutmaktır. Bu nedenle, bugün Trump yönetiminin oradan buraya savruluyormuş gibi görünen bu tahmin edilmez niteliği ve ABD’nin savunmadan saldırıya hızla geçebilme yeteneği değerli hale geliyor. Ama Amerikan reel-politiğini Trump belirsizliği altında zorlayan hususlar da var.

İlk zorluk kimi yönleriyle Rusya politikasıyla ilişkili, kimi yönleriyle ise Rusya politikasından bağımsız, Avrupa güvenliği üzerinden geldi. Pek çoğumuz Trump’ın “NATO yararsızdır”, “Hayır, hayır yararlıdır” salvosunu hatırlar. Trump bu salvo yüzünden çok eleştirildi ama temelde söylediği, “NATO ABD’nin araç-gereç kutusudur” diyen oğul Bush’tan çok da farklı değildi. Asıl sorun, düne kadar, yani Rusya Karadeniz ve Akdeniz’de askerlerini, gemilerini ve füzelerini gösterinceye kadar işlerin yolunda gittiği düşünülen Avrupa güvenliğinde Batı caydırıcılığının yaşadığı krizdi. Bu krizi aşmak için Doğu cephesinde tatbikatlar, NATO bünyesinde gerçekleşen Amerikan (askeri dahil) kuvvet konuşlanmaları ve ABD’nin bölge ülkelerine sattığı silahlarla güçlendikçe, iki sorun bir anda ortaya çıktı. Bir yanda Rusya ve ABD’nin arası açıldı -ki Rusya’ya yönelik yeni alınan yaptırım kararı bu açıklığın Avrupa-Atlantik güvenliğinin geleceğinde ABD-Rusya diyaloğunu etkileyeceğini gösteriyor. Diğer yanda NATO’nun caydırıcılık sağlanan Doğu cephesiyle, caydırıcılığın karşı karşıya kaldığı riskler iyice belirginleşmiş olan Güney cephesi arasındaki bütünlük ve denge bozuldu.

Suriye üzerinden oluşturulmaya çalışılan terör koridoru olasılığı yüzünden zaten son derece gergin bir dönemden geçen Türkiye-ABD ilişkileri, Güney cephesinde caydırıcılığın nasıl güçleneceği konusunda yaşanan bulanıklık nedeniyle, hele ki Trump’ın İran politikası Harvey’in ayrılması sonrası belirsizliğini korurken, daha da uzaklaşıyor. Bu uzaklaşmanın en son ifadelerinden biri ise Türkiye’nin yıllardır müttefiklerinden istediği hava savunma sistemi açığını milli üretimle kapatmaya karar vermesi ve bu açık kapanıncaya kadar Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın almasına yönelik karşılıklı açıklamalardı.

Kısaca Avrupa güvenliğinin Rusya’yı provoke etmeden sağlamlaştırılması ve Avrupa güvenliği içinde Rusya’nın sızacağı alanların kapatılması, bunun için de müttefikler arası uyum ve güvenin artırılması ABD’nin çıkarıydı. Bu çıkar için NATO sağlam durdukça ABD’nin çok fazla efor harcamaması, hatta yük bölüşümüne gitmesi hesaplanmıştı. Ama evdeki hesap, Trump’ın Putin’e, Putin’in Trump’a tuzak kurmasından bağımsız olarak, çarşıya uymadı. Avrupa güvenliği ve Karadeniz ve Akdeniz’deki rekabeti üzerinden ABD Rusya’yı sıkıştırdıkça, Moskova Pasifik’te ve Ortadoğu’da kiminle ne yapabileceğine daha dikkat edecek. Bu nedenle, Rusya ile ilişkiler parselinden kovulmuş görünen Kushner endişelenmekte haklı. ABD’ye Rusya karşısında provokatif sertleşmenin maliyeti olabilir. Rusya meselesini halletmeden Kore üzerinden Çin’i, füze denemeleri üzerinden İran’ı sıkıştırmanın da bu ülkeleri başka arayışlara itebileceği görülüyor. Gerçi Çin elinde Rusya dışında pazarlık kozları olduğunun da farkında. Kuzey Kore’den Afrika iç savaşlarında müdahil güç olmaya kadar, Pekin elinde bir dizi pazarlık kozu ve serinkanlı bir uzaklık stratejisi tutuyor. Belki de bu nedenle Çin’e karşı dengelemenin bugün daha sert yapılmasını arzu edenler, pazarlığın mümkün olduğu Kuzey Kore üzerinden sertleşme ve tırmandırma politikası uyguluyorlar. Atlantik ve Pasifik ilişkilerinde söz sahibi oluyor görünen ekipler, yine de sertleşmenin bedelinin ağır olduğunu bildiklerinden, açık cepheleşmelerden kaçınıyorlar. ABD’nin üstünlüğü elinde tutacağı umulan ‘gunboat diplomacy’, yani herkesin birbirine kuvvetini gösterdiği -fazla maliyetli olamayan ama yeterince ucuz da olmayan- bir güç gösterim mücadelesi devam ediyor. Bu yeterince ucuz olmama hali, ABD gibi bugün için çok güçlü, ama başkalarının güçlenmesini de seyretmek zorunda olan bir güç için ikinci temel sorun.

Üçüncü sorun, üçüncü parselden gelebilir. Tillerson, McMaster ve Pentagon arasında sınırları geçişken şekilde bölünmüş Ortadoğu dış politikası hâlâ, ABD diğer küresel güçlere karşı konumunu netleştirmediğinden, (İran, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan vb.) güçlü bir bölgesel gücün yükselmesine karşı, herkesi herkese, herkesi vekillere kırdıran bir böl ve yönet stratejisine dayanıyor. Bu nedenle Suriye politikasında Trump’ın varlığı ya da yokluğu fark etmedi. Türkiye tüm politik, ekonomik ve askeri gücüyle bir terör kuşağının oluşmasına karşı direniyor. Bu çerçevede, hâlâ bölgedeki tüm aktörlerle ilişki kurarak oyun bozucu şekilde hareket etme serbestliğini koruyor. Bu potansiyeli nedeniyle de ABD-Türkiye ilişkileri, müttefiklik ilişkisinin altının en boş olduğu dönemlerden birinden geçiyor.

Genel ABD reel-politiğinin kaçınılmaz sonucu, daha doğrusu maliyeti ise şu: ABD Ortadoğu’daki sınırlı böl ve yönet stratejisinin İsrail’i hem rahatlattığını hem de kimi zaman başkaları için fırsat yaratarak Tel-Aviv’i zorladığının farkında. Bu nedenle Körfez, Ürdün, Mısır, Türkiye arasında eskiye benzer bir diyalog ve işbirliği hattı oluşturmak da istiyor. Ama genel Ortadoğu politikası, Körfez’i ve Doğu Akdeniz’i bölüyor.

Geleceğe Matuf Sorular

Sonuçta yapabileceğimiz değerlendirme şu: ABD Başkanı güçsüz ve daha da güçsüzleştirilirken, ABD dış ve güvenlik politikası, çıkarı önceleyen ve çıkar için güç hesaplamasını katı ve fırsatçı bir biçimde yapan Washington DC eliti tarafından parselleniyor. Parsellenme elbette retorikte tutarsızlığı ve bize kadar yansıyan iktidar savaşlarını beraberinde getiriyor. Ama reel-politik hattı normlar, ilkeler ve kurumsal ilişkiler üzerinden bulandırmamak konusundaki kararlılık, ABD dış politikasına bir bütünlük veriyor. Yine de ABD reel-politiğinin karşı karşıya kaldığı ciddi sorular henüz cevaplanmış değil: Rusya mı dengelenmeli, Çin mi? Nasıl ve kiminle dengelenmeli? Bu dengelemede Ortadoğu-Afrika/Güneydoğu Asya-Ortadoğu kuşakları ne işleve sahip olacak? Bu cevaplara göre, çıkarların öncelendiği günümüzde, ABD dış politikası başarılı da olabilir, tökezleyebilir de.

[Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi dekanıdır]

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.