Analiz

Avrupa İslamı: Entegrasyondan din reformuna

Avrupa’da yıllardır tartışılan Müslümanların entegrasyon meselesi, son zamanlarda çıkarılan özel yasalarla hukuki bir aşamaya geldi.

27.07.2017 - Güncelleme : 28.07.2017
Avrupa İslamı: Entegrasyondan din reformuna

BERLİN - Mehmet Osman Gülyeşil

Avrupa’da yıllardır tartışılan Müslümanların entegrasyon meselesi, son zamanlarda çıkarılan özel yasalarla hukuki bir aşamaya geldi. Son olarak, Almanya’nın iktidar partisi Hristiyan Demokrat Parti (CDU), Avusturya’da olduğu gibi, bir İslam yasası (Islamgesetz) teklifini meclise sunacağını açıkladı. Bu yasa, neler söylendiğinin devlet tarafından takip altına alınması için camilerdeki vaazların kaydedilmesini ve imamların Almanca testine tabii tutulmasını zorunlu hale getiriyor. Bu gibi siyasi reaksiyonlar bize, “Din ve devlet işlerini ayırmasının üzerinden bu kadar zaman geçtiği halde, Almanya hâlâ bu alanları barıştıracak bir noktaya gelemedi mi?” sorusunu sorduruyor.

Almanya ve ‘Kulturkampf’ çatışması

‘Kulturkampf’ yani kültürler/medeniyetler arası çatışma kavramı, Almanya’da çok eski ve tartışmalı bir maziye sahip. 1871-1887 yılları arasında Katolik Kilisesi’nin Prusya Krallığı ve sonrasında Alman İmparatorluğu’yla yaşadığı kurumsal hiyerarşi krizi, tarihin dipnotlarında ‘Kulturkampf’ adıyla hatırlanır. Bu süreçte, ‘aydınlanma’ çağının meydana getirdiği liberal, rasyonel ve pozitivist dünya düzenine Katolik kilisenin de uyum sağlaması istenir. Kilise ise buna karşı, toplum ve devlet yapılanmasında kendi dini değerlerinin canlı tutulmasının altını çizer ve "liberal sapkınlığa" şiddetle muhalefet eder. Bu süreçte başlayan, Hristiyan kurumların erozyona uğrama dönemi, özellikle 1950’li yıllardan itibaren küresel piyasalara açılan Hitler sonrası Batı Almanya’da büyük hız kazanır.

Günümüzde Protestan ve Katolik kiliseleri, teolojik ve ahlaki fikirleriyle fertlere ve topluma kapitalist düzen içinde alternatif bir hayat tarzı sunan değil, bünyelerinde bulunan hayır kurumlarındaki istihdam imkanlarından ötürü, ekonomiyi destekleyen dinamik birer aktör olarak görülür. Reform’un 500. yılında, 2017 Almanyasında, dini aktörler mevcut düzenin mekanizmaları içinde eriyerek, dünya görüşlerini bu sisteme uydurarak ‘deistik’ bir felsefe tasavvuruna uyum sağladılar. Bu uyumlu din-devlet ilişkisine istisnai olarak meydan okuyan neredeyse tek dünya görüşü ise İslamiyet. Bu bağlamda, son yıllarda artan yüksek tansiyondan ötürü farklı bir yol izlemeye başlayan Alman hükümeti, tıpkı Hristiyan dünyanın yaşadığı ‘aydınlanma’ sürecini, kendine has bir İslam modeli oluşturarak, bizzat Müslümanlara da paternalist bir edayla yaşatmayı amaçlıyor. Bu çabaları kurumsal ve psikolojik bir zemininde yürüten Alman devleti, özellikle dolaylı yoldan, toplum mühendisliğinin ‘nudging’ tabir edilen ‘bilinçaltı dürtme’ mekanizmasıyla, reform politikasını başarıya taşımayı hedefliyor.

Müslüman göçmenlerin belirsizliği

Almanya’da devletin İslamla ya da Müslümanlarla ilişkisinin güncel sorunlarını anlamak için 1960’lı yıllara gitmek gerek. İkinci Dünya Savaşından sonra, özellikle çoğunluğu Müslüman ülkelerden gelen misafir işçiler (gastarbeiter), kısıtlı bir ikametten sonra öz vatanlarına dönme niyetiyle, Avrupa’nın bir çok ülkesine göç etti. Bu göçmenler zamanında sadece etnik kökenleriyle adlandırıldılar; hem bürokratik kayıtlarda hem de toplumsal hafızada, ‘Müslüman’ yerine ‘Türk’, ‘Faslı’ veya ‘Tunuslu’ denilerek milliyetlerine göre tasnif edildiler. Bu zümrenin bağlı olduğu dini ve kültürel ilkeler hakkında bilgisi bulunmayan toplumun büyük bir kısmı ve devlet otoritesi, 90’lı yıllara kadar, yani yaklaşık 30 yıl boyunca bu misafir işçilere, ülkelerine dönecekleri nazarıyla baktılar. Müslüman işçiler de geleceklerini bundan farklı bir şekilde tahayyül edemiyorlardı. Toplumsal hayata dahil ol(a)mamalarının belki de en önemli tezahürü, dil öğrenme konusunda yaşadıkları sıkıntılarda görülebilir. Ancak, okul çağına gelmiş Müslüman göçmenlerin çocukları eğitim sistemine dahil olduktan sonra, yeni vatanlarının değerleriyle kendi dünya görüşleri arasındaki ciddi uyuşmazlıklara şahit oldular. Örneğin, 90’lı yılların başındaki bir idare mahkemesinin kararında, kız çocuğunu karma yüzme dersinden muaf tutmak isteyen Türk ebeveynlere, davaya bakan hakim bu hakkı tanır ve gerekçe olarak da bu tip yabancıların yakında ülkelerine dönmelerinin beklendiğini söyler.

Müslümanlar ve asimilasyon

Mesele genel olarak ele alındığında, beklenenin gerçekleşmediğini ve Müslümanların Batı toplumunda varlıklarını giderek artırdıkları görülüyor. Ancak aynı dönemde ortaya çıkan, Soğuk Savaş sonrası teoriler ve özellikle Samuel P. Huntington’ın ‘Medeniyetler Çatışması’ tezi, Almanya’da da etkili oldu. Huntington’un yakın bir dostu olan Suriye asıllı akademisyen Bassam Tibbi, 1998 yılında yayımladığı ‘Avrupa İslamı’ isimli eseriyle ‘liberal, demokratik ve insan haklarını içinde barındıran bir İslam anlayışının geliştirilmesi’ için devlet yetkililerine çağrıda bulundu. Tibbi kitabında, bu yeniliği gerçekleştirmek için ‘leitkultur’, yani ‘hakim kültür’ olarak Batı’nın temel değerlerinin herkes (ama özellikle Müslümanlar tarafından) benimsenmesi gerektiğinin altını çiziyordu. Hakikatte ise bu sadece asimilasyonun başka bir tarifiydi. Müslümanlar artık Almanya’nın tabiî sakinleri, komşuları ve vatandaşları olarak görülebilirdi, ancak dinlerinin ciddi bir sorun olduğu ve entegrasyona negatif etkide bulunduğu da açıktan açığa kabul görmeye başlıyordu.

Global dengelerin bir kırılma noktası olan 11 Eylül saldırılarından sonra, Alman tasavvurunda Türkler, Avrupalı Müslümanlar olan Boşnaklar veya Araplar, kolektif bir Müslüman öznesi olarak şekil değiştirdi. 90’lı yılların sonunda başlayan, yabancı kökenli gençleri asimile etme çabası kısmen başarılı neticelenmiş olsa da, Müslümanlarda ve özellikle de Türklerde istenen seviyeye ulaşmadı. Neo-Naziler tarafından 1992-1993 yıllarında Mölln ve Solingen’de gece uykularındayken yakılarak öldürülen Türk ailelerin doğurduğu travmatik etkiden ötürü, ikinci ve üçüncü nesil Türklerde Almanlaşmaya karşı reaksiyonel bir tavır gelişti. 2000’li yılların başında meyve vermeyen, Müslümanları asimile etme projesi ise yerini, ikinci seçenek olan, İslamı mevcut sisteme dahil etmeye bıraktı.

İslam Almanlaşır mı?

2005’den bu yana iktidarda olan CDU, bu konuda geliştirdiği projelerle öne çıkan siyasi yapılanma konumunda. Son olarak, partinin yeni nesil figürlerinden Jens Spahn, ‘Alman değerleriyle çelişkiye düşmeyecek bir İslam’ın toplumsal hayatta rol almasını istediğini söyledi. Peki bu sözleri nasıl okumak lazım? Son yıllarda devlet tarafından Müslümanlara yönelen hem bir açılımın hem de bir müdahalenin olduğunu görülüyor. Bir yandan çeşitli üniversitelerde İslami ilahiyat fakülteleri oluşturulurken öte yandan kendini Müslüman olarak tanımlayan siyasetçiler bakan, vekil veya danışmanlık konumuna getiriliyor. Hatta İslamiyetin Almanya’nın bir parçası olduğu gerçeği, Şansölye Angela Merkel tarafından bile kabul edildi.

Fakat bunlar gibi, ilk bakışta olumlu gibi görünen gelişmelere temkinli yaklaşmakta fayda var. Zira zamanında Katolik kilisesi de o dönemin üniversitelerindeki kürsülere çekilip düzene uygun hale getirilmişti. Eleştirel ve akılcı bir yaklaşımı önemseyen üniversite yetkilileri, onlara yakın olan Müslüman akademisyenleri ön planda tutuyor. Misal olarak Münster Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan ve eski Cumhurbaşkanı Joachim Gauck tarafından enstitüsünde ziyaretle taltif edilen Mouhanad Khorchide zikredilebilir. Kendi tabiriyle “Her Müslüman bir Luther olmalı” ilkesini okutan bu akademisyen alenen reformcu bir zihniyete sahip. Diğer yandan, imamların artık yurtdışından gelmelerinin önünü kesmek maksadıyla, Almanya’daki ilahiyat kürsüleri Müslüman Alman imamların yetiştirilmesi için uygun bir zemin hazırlayacak.

‘Reformcu İslami yapılanma’ enflasyonunda da son yıllarda bir artış yaşanıyor. 2010 yılında kurulan Liberal Müslümanlar Birliği, İslamiyetin beş temel şartının, kelime-i şehadet dışında tartışmaya açılmasını öneriyor. Bu yapılamanın en medyatik ismi olan pedagog Lamya Kaddor, siyasi ve akademik zirvelerde bir umut ışığı olarak tanıtılırken, kendisine bu platformlarda imtiyazlar sağlanıyor. Fiyaskoyla sonuçlanan "Bizimle değil! Müslümanlar ve dostları şiddet ve teröre karşı" başlıklı protesto yürüyüşünün lideri olan Kaddor, mikro bir azınlığı temsil ettiği halde, meşru Müslüman temsilci, partner olarak muhatap alınıyor. Hristiyan Demokratlara yakın olan Konrad Adenauer Vakfı ise 2015 yılında liberal Müslümanları temsil etme iddiasındaki bir yapılanma olan “Müslümanlar Forumu”nun kurulmasına öncülük etti ve bu zihniyetin meşrulaştırılması için siyasi ve medyatik lobi faaliyetlerini kapsayan hararetli bir çaba içine girdi. Kurumların oluşumuna verdikleri desteğinin yanı sıra mabetler de inşa ederek bu ‘yeniliğin’ bir parçası oldular. Avrupa’nın bir kaç şehrinde bulunan, İslamiyetin tüm normatif kurgusunu bir kenara koyarak özellikle cinsel özgürlüğe önem veren bu tür ibadethaneler, Alman medyasının ve siyasetçilerinin dikkatini çekmekle kalmayıp aynı zamanda desteğini de görüyor.

Sonuç olarak, Almanya’da Müslümanların dahil olduğu tüm polemiklerin tanımlanabilmesi için ‘Kulturkampf’ın yeniden hortladığına şahit oluyoruz. Peki, liberal bir devlet hâlâ, liberal felsefeye aykırı bir şekilde, insanların temel anayasal hakkı olan din ve vicdan hürriyetini, ‘liberal bir biçimde yaşama’ baskısıyla ihlal edebilir mi? Toplumsal sözleşmenin en açık zemini olan anayasa hukukuna göre, devletin bu bağlamdaki temel görevi azınlıkları korumaksa, bu soruya verilecek yanıt ‘kesinlikle hayır’ olacaktır.

[Berlin Humboldt Üniversitesi’nde “Almanya ve Avrupa’da İslamofobi ve Hukuk” konusunda doktora çalışmalarına devam eden Mehmet Osman Gülyeşil, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGIT) gibi kuruluşların düzenlediği uluslararası etkinliklerde İslamofobi, din hürriyeti, hukuk felsefesi ve anayasa hukuku başlıklarında tebliğde bulunmuştur]

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.