Dolar
32.37
Euro
34.98
Altın
2,233.04
ETH/USDT
3,573.50
BTC/USDT
70,815.00
BIST 100
9,079.97
Analiz

Riyad-Tahran geriliminde yeni perde

Georgetown Üniversitesinden Dr. Birol Başkan, Suudi Prens Turki el-Faysal'ın İran rejimini hedef alan eleştirilerinden hareketle Riyad-Tahran hattında tırmanan gerilimi ve muhtemel sonuçlarını AA için değerlendirdi.

15.07.2016 - Güncelleme : 12.08.2016
Riyad-Tahran geriliminde yeni perde

İSTANBUL - Birol Başkan

Suudi Arabistan Prensi Turki el-Faysal'ın, İranlı muhaliflerin Paris'te düzenlediği toplantıya katılması ve İran rejimini sert ifadelerle eleştirdiği bir konuşma yapması, Tahran-Riyad hattında yaşanan gerilimin kazandığı boyutları göstermesi açısından önemliydi.

Faysal'ın, Suudi yetkililerin genellikle yaptıkları gibi Tahran'ın bölgedeki yayılmacı politikalarına odaklanan eleştirileri ve ithamlarının ötesine geçerek bizzat İran rejimini hedef alması, hatta alenen bu rejimin 'yıkılmasını' arzu ettiğini söylemesi, taraflar arasında bugüne kadar 'vekiller' üzerinden devam eden ve bir vesileyle sıcak savaşa evrilmesinden endişe edilen mücadelenin, en azından siyasi retorik düzeyinde artık doğrudan bir çatışmaya dönüştüğünün de işareti.

Faysal'ın haftasonunda Paris’in kuzeyindeki Le Bourget kasabasında, İran Direnişi Ulusal Konseyi'nin düzenlediği toplantıda binlerce kişiye hitaben yaptığı coşkulu konuşma, tarihi perspektifi ve dayanaklarıyla Suudi cephesinde şekillenen İran tasavvurunun ve bu çerçevede biçimlenen argümanların da ana hatlarını belirler mahiyetteydi.

Konuşmasına İranlıların geçmişteki bilimsel ve kültürel başarılarından söz ederek başlayan, bunun 'şahidi' olarak Selman el-Farisi ile alakalı bir hadisi zikreden ve Zerdüştlükten Gazzali’ye, Ömer Hayyam’dan 1905 Anayasa Devrimi’ne ve nihayet 1979 İran Devrimi'ne temasla İran’ın tarihsel birikimine değinen Prens Faysal, ülkenin bugün içinde bulunduğu durumun ise bütün bu müktesebata tam bir tezat teşkil ettiğini savundu.

"Ben de rejimin düşmesini istiyorum"

Prens’e göre günümüz İran'ı uluslararası toplumda yalnız, çevre ve dindaş ülkelere karşı düşman, diğer ülkelerin içişlerine müdahil, şiddete bulaşan grupların destekçisi, içine kapanık bir devlet. Bu halin sorumlusu ise Prens’e göre, 1979 devriminin iktidara getirdiği ve fakat başlıca mağdurlarının rejimin kurucusu Humeyni gibi düşünmeyen siyasi muhalifler ve İran’ın farklı etnik ve dini gruplarının olduğu dini rejim. Faysal'a göre, hitap ettiği İranlı muhalifler işte bu rejime karşı haklı bir mücadele veriyordu ve mücadeleleri “kısa bir süre içinde hedefine ulaşacaktı.” Prens’in bu cümlesi dinleyiciler tarafından alkışlarla karşılandı ve Arap Baharı’nın milyonları sokaklara çeken efsanevi sloganı "Eş-şa'b yurid iskat en-nizam (Halk rejimin düşmesini istiyor)" İranlı muhaliflerce defalarca tekrarlandı. Turki bin Faysal'ın cevabı da, "Ben de rejimin düşmesini istiyorum" oldu.

Muhaliflere desteğini açıkça ifade eden Suudi Prens, konuşmasının sonunda söz konusu muhalifler toplantısını organize eden, İran’daki dini rejime karşı en uzun soluklu mücadeleyi yürüten Halkın Mücahitleri örgütünün lideri Mesud Recavi’nin eşi Meryem Recavi’ye seslenerek, “Siz, Meryem Recavi hanım, ve rahmetli eşiniz Mesud Recavi. Halkınızı Humeyni kanseri’nden kurtarma çabalarınız efsanevi bir mücadele ve (Firdevsi’nin kaleme aldığı) Şahname gibi tarihe geçecek" ifadelerini kullandı.

Faysal'ın Suudi hanedanındaki konumu

Turki bin Faysal halihazırda Suudi Arabistan’ı herhangi bir resmi konumda temsil etmiyor. Babası Kral Faysal’ın adını taşıyan Araştırma ve İslami Çalışmalar Merkezi’nin müdürlüğünü yapıyor. Bu merkez Riyad’da olsa da Prens zamanının büyük kısmını yurt dışında geçiriyor. Daha da önemlisi Turki bin Faysal, Kral Abdullah’ın ölümü, Kral Selman’ın yerini oğlu Muhammed bin Selman’a hazırlaması ve kardeşi eski Dışişleri Bakanı Suud bin Faysal’ın vefatı ile Suudi hanedanında gücünü kaybeden bir ekibin üyesi.

Yine de 1979’dan 2001 yılına kadar Suudi istihbaratının başında bulunan, daha sonra da Suudi Arabistan’ın Londra ve Washington büyükelçiliğini yapan Turki bin Faysal kolayca gözardı edilebilecek bir isim değil. İranlı muhaliflerin toplantısında yaptığı konuşmasına kişisel değil, Suudi Arabistan’ın gayriresmi görüşleri olarak bakmak pekala mümkün. Nitekim konuşmanın Suudi resmi basınında geniş yer bulması da bu düzeydeki bir kabul ya da teyidin işaretleri olarak yorumlanabilir.

Her ne kadar İran diplomatik kanallarla Turki bin Faysal’ın ‘terörist’ olarak nitelediği bir grubun düzenlediği toplantıya katılmasına ve konuşma yapmasına tepki göstermediyse de, bazı İranlı yetkililer kayıtsız kalmadı. Mesela Devrim Muhafızları’nın Halkla İlişkiler sorumlusu Ramazan Şerif, Turki bin Faysal’ın muhalifler toplantısına katılımını Halkın Mücahitleri örgütü ile Suudi Arabistan arasında uzun süredir varolan bağlantının delili olduğunu öne sürdü.

Ortadoğu’da devletler arası ilişkileri yakından takip edenler için Turki bin Faysal’ın konuşması üslubu itibarıyla şaşırtıcı olsa da, içeriği itibarıyla pek şaşırtıcı olmadı. Zira son 30 yılın bölge tarihine Suudi-İran rekabeti damgasını vurdu. Bu rekabet Turki bin Faysal’ın da gönderme yaptığı gibi İran’da devrim sonrası kurulan dini rejim ile başladı. Humeyni’nin ölümünün ardından, özellikle 1990’lı yıllarda iki taraf arasında bir yumuşama olsa da, 2000’li yıllar rekabetin tekrar kızıştığı yıllardı. Özellikle ABD’nin Irak’ı işgali sonrası İran’ın bölgede artan nüfuzu, ki bunu 2004 yılında Ürdün Kralı Abdullah Tahran’dan Beyrut’a yükselen Şii Hilali olarak tarif etti, Suudi Arabistan’ı fazlasıyla kaygılandırdı. 2000'li yılların ikinci yarısı Suudi Arabistan ve İran’ın özellikle Irak, Lübnan, ve Yemen’de nufüz rekabetine girmesine şahit oldu. Yine bu çabalarının bir parçası olarak Suudi Arabistan İran’ın en önemli Arap müttefiki Suriye’yi İran’dan koparmaya çalıştı.

Arap Baharı ve Suudi Arabistan-İran rekabeti

Arap Baharı süregiden bu rekabetin şiddetini artırdı sadece. Suudi Arabistan, sadece protestoların kendi ülkesine yayılmasını engellemeye çalışmakla kalmadı, aynı zamanda protestoların yaşandığı ülkelerde ya İran lehine gelişmelerin önünü almaya çalıştı ya da İran aleyhine girişimlerde bulundu.

Söz konusu rekabette Suudi Arabistan aslında hiç de küçümsenmeyecek başarılar elde etti. Bahreyn’de desteklediği Sünni el-Halife ailesi ayakta kaldı ve protestoları şiddetle dahi olsa bastırabildi. Yemen ve Suriye’de ise Suudi Arabistan tam olarak hedefine ulaşamadı. Yemen’de Husiler öyle önemli bir askeri güce dönüştü ki Suudi Arabistan doğrudan askeri müdahalede bulunmak zorunda kaldı. Suriye’de ise Esed rejimi tam olarak yıkılmadı ama yine de Suriye’nin tek hakim gücü olmaktan çıktı.

Esed’in zayıflaması ve Hizbullah’ın Suriye’ye müdahalesinin orta ve uzun vadede Lübnan’da ne gibi etkileri olacağını şimdiden kestirmek güç. Ama kısa vadede de olsa Suudi Arabistan’ın Lübnan’daki konumunu güçlendirdiğini iddia etmek mümkün. Ve elbette Filistin meselesi... Suudi Arabistan’ın Arap Baharı sürecinde İran’a karşı önemli bir kazanımı hiç şüphesiz Hamas’ın İran ve Suriye ekseninden kopması oldu. Bu kopuş Suudi Arabistan’ın değil, Türkiye ve Katar’ın başarısı olsa da, yine de Suudi Arabistan’ın lehine bir gelişmeydi.

Bu kısmi başarılara rağmen, yine de Suudi Arabistan’ın gerek siyaset yapıcılarında gerekse entellektüel-akademik çevrelerinde bir yenilmişlik duygusunun hakim olduğunu sezmek mümkün. Turki bin Faysal’ın İranlı muhaliflere karşı yaptığı konuşmasında hissedilen hırçınlık bu duygunun bir neticesi aslında.

Obama dönemindeki hayal kırıklığı

Bu yenilmişlik duygusunun en temel sebebi, İran ile rekabette Suudi Arabistan’ın fazlasıyla ABD’ye bel bağlaması. Aslında 11 Eylül saldırılarının ardından Afganistan ve Irak’ı işgal ederek İran’ın ekmeğine yağ süren bizatihi ABD idi, ki Suudiler bunun farkında. Yine de İran’ın nükleer programı ve bölgede artan nüfuzunu dengelemek üzere Suudi Arabistan ABD’den birşeyler yapmasını istemekten vazgeçmedi.

Barack Obama’nın başkanlık dönemi ise Suudi Arabistan açısından tam bir hayal kırıklığı oldu. Obama’nın Mahmud Ahmedinejad döneminde İran’ın nükleer programının engellemesine yönelik olarak attığı adımlar ekonomik yaptırımların artırılmasının ötesine geçmedi. Hasan Ruhani döneminde ise doğrudan İran’la müzakere masasına oturuldu. Suudiler Obama’nın Esed rejimine karşı neticeyi etkileyecek bir adım atmamasından dolayı da büyük bir hayal kırıklığı yaşadı.

Son olarak, Obama Atlantik dergisine verdiği röportajda, ABD'nin güvenlik teminatlarına yaslanan Suudi Arabistan’ı ‘beleşçi’ olarak tarif etti. Obama’ya göre Suudiler ABD’yi bölgedeki mezhepsel çatışmaların içine çekmeye çalışıyordu. Suudilerin yapması gereken, İran'la bölgeyi paylaşmanın yolunu bulmaktı.

Obama’nın Suudi Arabistan’a ‘beleşçi’ demesi Suudileri öylesine kızdırdı ki, cevap bizatihi yine Turki bin Faysal’dan geldi. Bir Arap gazetesinde doğrudan Obama’ya hitaben bir mektup yazan Turki bin Faysal, Suudi Arabistan’ın ABD ile olan ilişkilere yaptığı katkılardan bahsederek, “Hayır, Sayın Obama. Bizler Beleşçi Değiliz" dedi.

Suudi Arabistan'ın yeni arayışları

Obama sonrası dönemde ABD’nin Suudi Arabistan’ın beklentilerini ne kadar karşılayacağını kestirmek mümkün değil. Suudi siyasi ve entellektüel-akademik elit muhakkak bir beklenti içerisinde. Ama yine de 'eski hal'in muhal olduğunu farkettiklerini gözlemlemek mümkün. ABD’ye olan aşırı bağımlılığın Suudi Arabistan’ı zayıf düşürdüğünü farkettikleri ve yeni hal arayışları içinde oldukları söylenebilir.

Bu doğrultuda Rusya ve Çin ile beraber, Mısır, Türkiye ve Pakistan gibi çok nüfuslu Müslüman ülkelerle de daha yoğun ve kapsamlı ilişkiler geliştirmeye yönelik adımlar atacaklardır, ki bu adımları atmaya başladılar bile. Bu adımların Suudi Arabistan’ın İran ile rekabetinde elini güçlendireceği muhakkak, ama içine girdiği bölgesel yalnızlıktan çıkmak için büyük çabalar gösteren İran’ı nefsi müdafa kabilinden yeni arayışlara iteceğini kestirmek zor değil. Bu ise iki ülke arasındaki rekabeti kızıştırmaktan başka bir netice doğurmayacak. Netice ise her iki ülke arasında zaten varolan, uluslararası ilişkiler yazınından bir ifadeyle, 'güvenlik ikilemi'nin daha da şiddetlenerek devam etmesi olacak.

Askeri harcamalar

Tarafların, işaret edilen 'güvenlik ikilemi'nin sonucu olarak yaptıkları askeri harcamalar, işaret edilen rekabetin her iki ülkenin de enerjisini ve kaynaklarını büyük ölçüde tükettiğinin göstergesi.

Suudi Arabistan, ABD, Çin ve Rusya’dan sonra dünyada savunma harcamalarına en çok kaynak aktaran ülkelerden birisi. Sadece 2015 yılında Suudi Arabistan 56 milyar dolarlık savunma harcaması yaptı. Riyad'ın 1979 İran devriminden beri devam eden yüksek savunma harcamalarının başlıca sebebi ise İran’ı askeri alanda da dengelemek.

Suudi-İran rekabeti fasit bir daire içinde ve bu fasit daireden çıkılması ancak tarafların güçlü bir irade göstermesi ile mümkün. Turki bin Faysal'ın da dahil olduğu şahin kanadın eski gücünü kaybetmesi ve Muhammed bin Selman gibi genç bir liderin önünün açılması, mevcut gerilimin aşılması açısından bir şans olarak görülse de Suudi-İran yakınlaşmasının önünde ciddi engeller olduğu da hesaba katılmalı. Öncellikle bu rekabetten maddi anlamda ciddi kazanç sağlayan hem dış hem de iç aktörler var: İsrail, ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve elbette her iki ülkedeki güvenlik kuvvetleri.

Bu aktörlerin ve mevcut rekabetin devamından yana faaliyet gösteren kuruluşların siyasi ve entelektüel-akademik hakimiyeti devam ettiği müddetçe, takip eden on yıllarda da Suudi-İran rekabetinin bölgedeki devletler arası ilişkilerin en kritik parametresi olacağını bekleyebiliriz.

“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.”

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın