Dolar
32.34
Euro
35.13
Altın
2,155.21
ETH/USDT
3,348.90
BTC/USDT
64,370.00
BIST 100
8,762.23
Analiz

Türkiye'nin yeni savunma stratejisi sınır ötesi operasyonlarla şekilleniyor

Türkiye Kuzey Irak’ta on yıllardır sınır ötesinde terörle mücadele harekâtı yapmakla birlikte, Fırat Kalkanı ve ardından Zeytin Dalı harekatları ile ilk kez Suriye’de geniş kapsamlı ve reel sonuç alıcı operasyonlar icra ediyor.

15.03.2018 - Güncelleme : 29.03.2018
Türkiye'nin yeni savunma stratejisi sınır ötesi operasyonlarla şekilleniyor

İSTANBUL  - SAMİ YILDIRIM

Türkiye Kuzey Irak’ta on yıllardır sınır ötesi terörle mücadele harekâtı yapmakla birlikte, 24 Ağustos 2016-30 Mart 2017 arasında gerçekleştirilen Fırat Kalkanı Harekâtı (FKH) ve 20 Ocak 2018’de başlayıp hâlen devam eden Zeytin Dalı Harekâtı (ZDH) ile ilk kez Suriye’de geniş kapsamlı ve reel sonuç alıcı operasyonlar icra ediyor.

Pro-aktif/önleyici savunma olarak nitelenebilecek, ülke sınırları ötesinde yürütülen söz konusu terörle mücadele operasyonlarında TSK, başta “insansız hava araçları” (İHA) ve “silahlı insansız hava araçları” (SİHA) olmak üzere, ağırlıklı olarak yerli üretim yeni nesil silahları etkin olarak kullanıyor ve yerel bazı unsurlarla birlikte hareket ediyor. Şehit ve yaralı verilmekle birlikte, etkisiz hâle getirilen terörist sayısı dünya terörle mücadele standartlarına göre hayli yüksek. Ayrıca sivil kayıpların yaşanmaması adına, harekâtın yavaş tempoda icrası kabul edilerek azami dikkat gösteriliyor.

Dünya ve özellikle bölgemiz, güvenlik ve savunma doktrin-stratejilerinin iç içe geçtiği, müttefiklik hukukunun tamamen göz ardı edildiği, hibrit-vesayet savaşlarının yaşandığı bir dönemden geçiyor. Masadaki müzakerelerde güçlü olmanın yegâne şartı sahada kuvvet kullanmak olarak öne çıkıyor. Bu ortamda Türkiye, söz konusu operasyonlarla dost ve hasımlarına artık yeni bir savunma stratejisi uygulamaya başladığını gösteriyor. Bu stratejinin ilk adımı, PKK/KCK terör örgütünün yurt içindeki etkisinin minimize edilmesinin ardından, Türk topraklarına yakın sınır ötesi bölgelerde de organik yan kollarıyla birlikte tasfiye edilmesidir. İnsanî ve finansal maliyeti yüksek olan bu hamlenin göze alınması, Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşsal zorunluluğudur. Buna mecbur kılan gelişmeler sadece yedi yıllık Suriye iç savaşıyla değil, Doğu Akdeniz ve Kuzey Irak’taki, hatta İran’daki yeni durumla birlikte okunmalıdır.

DEAŞ’ın ilk başta “Şam-Levant İslam Devleti” olan adında kullandığı “Levant bölgesi’”, Türkiye’nin bekasına yönelik önemli tehlikeli gelişmelerin sahnelendiği esas coğrafyadır. Toplam bin 300 kilometrelik Suriye ve Irak sınırları boyunca oluşturulan kaotik ve akışkan güvensizlik ortamı, Türkiye’nin yalnızca güneyden savunmasına değil, doğrudan bekasına yönelik tehditler oluşturmuştur. Bu bağlamda Türkiye için sadece yeni tip terörle mücadele yeterli olmayıp konvansiyonel ve/veya hibrit savunma anlamında yeni bir bakış açısı gerekmektedir. Bu bakış açısının bileşenleri olarak gerek Kürt koridoru/devleti projesinin önlenmesi, gerekse Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları mücadelesi birlikte ele alınmalıdır.

Silahlı çatışmanın doğası değişiyor

Günümüzde belirli silahlı çatışma alanlarında, konvansiyonel savaş sistemlerinden yeni tür savaş sistemlerine geçiş aşaması yaşanmaktadır. Söz konusu yeni tür savaş sistemleri görünmezlik, insansız araçlar ve siber savaş vasıtalarından oluşmakta ve belirli kişileri/grupları ve alt yapıyı hedef almaktadır. Yeni teknolojiler silahların menzilini artırmakta, reaksiyon süresini azaltmakta ve harekât alanının koşullarını insan kapasitesinin bir hayli ötesine taşımaktadır. Ulusların güç sıralamasını asker veya silah sayısından ziyade, teknolojik üstünlük dereceleri belirlemeye ve askeri güç de bilginin-uzay teknolojisinin bir fonksiyonu olmaya başlamıştır.

Gittikçe reel-politik eğilimlerin egemen olduğu bugünün dünyasında “savaş ilanı”, “silahlı çatışmaya başvurma hukuku” gibi kavramlar birer nostaljik uygulama olarak hatırlanırken, ittifak sorumlulukları da gittikçe daha fazla ihmal ediliyor. Terör ve terörist tanımları üzerinde uzlaşma sağlanamamışken, artık terörizmle mücadele örtüsüyle gerçekleştirilen uluslararası müdahalelerde, söz konusu kavramın tanımını veya nitelemesini yapma gereği dahi duyulmuyor. Silahlı çatışmaların daha çok vekâlet savaşçısı devlet dışı silahlı gruplar (terör örgütleri) tarafından yapıldığı ve “şehirlerin askerîleştiği” bu yeni dönemde, Türkiye topa dayalı savaşın ötesinde imkân ve kabiliyetlere daha fazla sahip olmalıdır. Meskûn mahal muharebesinden fazlası olan bu yeni tür çatışmalarda kullanılmak üzere, İHA ve SİHA’ların yanı sıra insansız kara araç ve silahlarının tedarikinde de hızlanma olduğuna dair ümit verici haberler geliyor.

Savaşta en önemli hususlardan birisi istihbarat, diğeri ise hızdır ve hız en çok teknolojik üstünlükle sağlanır. Düşmanın savaşma yeteneğini yüzde 30 ve daha fazla azaltacak kadar güçlü olan silahlar, stratejik olarak güçlü olan silahlardır (Bu minvalde düşman tanımlamasının yeniden -devlet dışı silahlı grupları da kapsayacak şekilde- ele alınması düşünülebilir). Bu silahlar ise silahlı çatışmanın türüne ve alanına göre değişir ve bazen stratejik altyapı tesislerini vuracak nitelikte füzeler, bazen her alanda kullanılabilecek yüksek teknolojili hava-kara silahları olabilir. Çağdaş savaşlarda stratejik bombardıman, deniz hatlarının kontrolü ve zırhlı savaş alanlarında silahın temel stratejik fonksiyonu, silah platformlarına karşı uçaklar, gemiler, tanklar gibi pahalı silah sistemleri geliştirme ihtiyacının gölgesinde kalmıştır. Bu minvalde, örneğin maliyeti milyar dolar civarında olan bir uçağı kullanmak için hedefin mutlak tahribi ve bunun başka hiçbir silahla yapılamaması gereklidir. Bu bağlamda, şehir savaşlarında daha etkili olacak birliklerin ve araçların sayısının artırılmasıyla drone sürüleri kullanarak taarruz icra edebilecek kapasiteye ulaşılması düşünülebilir. Her durumda, hem silah kapasitesi ve yeteneklerinin fayda-maliyet analizine, hem de silahlı çatışmanın yönetimi ve iç hukukun söz konusu yönetime uyumlulaştırılması açısından yeniden bir gözden geçirmeye ihtiyaç bulunuyor.

Güney MÖGK ve A2/AD

Soğuk Savaş döneminde kurgulanmış kara kuvvetleri teşkilatlanmasında da acil bir yenilenme ihtiyacı hissediliyor. NATO ittifakının en azından Trakya’da daha fazla güvenlik sağladığı düşünülerek ve dış tehdit değerlendirmesi yeniden yapılarak -özellikle güneydoğuda- ‘Birlik’ bütünlüğü mümkün olduğunca gözetilebilir, bunun için terörle mücadeleye uygun terkip ve konuşlanmaya ağırlık verilebilir. Bu kapsamda İkinci Ordu Komutanlığı’nın yeniden yapılandırılması ve sorumluluk sahasının da yeniden dizayn edilmesi ile güney ve güneydoğuda sürekli olarak daha fazla birlik bulunduracak şekilde kara, deniz ve hava kuvvetleri unsurlarının tek merkezden komuta edildiği yeni bir teşkilatlanma düşünülebilir. Böylelikle geçici görevlendirmelerle personel ve lojistik transferleri azaltılacak, emir-komuta bütünlüğüyle birlik morali gibi önemli iki harekât prensibi daha verimli uygulanacaktır.

Komuta-kontrol, istihbarat, muhabere ve hedef yönetimi daha bütünsel ve kapsayıcı bir yaklaşımla ele alınabilir. Ege’de barış tatbikatlarında uzun yıllardır uygulanan Müşterek Özel Görev Kuvveti (MÖGK) teşkilatlanması, Kıbrıs’tan Hakkari’ye kadar tüm güney-güneydoğu bölgesinde, deniz alanlarımız ve 20-30 km. ötesi dâhil kara sınırlarımız boyunca uzanacak bir Geçit Vermeme/Alan Bırakmama (Anti Access / Aria Denial - A2/AD) bölgesi oluşturularak uygulanırsa faydalı olacaktır. Bu kapsamda, İskenderun Deniz Üssü’nün güçlendirilmesi, biri Suriye’nin kuzeybatı ve diğeri kuzeydoğu uçlarında olmak üzere iki güvenli bölge (anklav) oluşturulması (Suriyeli mültecilerin bir kısmının bu bölgelere yerleştirilmesi) düşünülebilir. Irak’ın kuzeyindeki Sincar, Gare, Sinat, Haftanin, Metina, Avaşin, Zap ve Hakurk terör kamplarının geri gelmemek üzere vurularak aşağı itilmesi ve Irak merkezi hükümetiyle koordineli yapılacak kapsamlı bir Kandil dağı operasyonu ise bu A2/AD bölgesinin ön koşulları olarak ortaya çıkıyor.

FKH ve ZDH öncesinde stratejik baskından elde edilecek fayda iç ve dış kamuoyunu hazırlamak için mecburen kaybedilmiş, ancak operatif ve taktik baskınlarla sahada ikame edilmiştir. Türkiye’nin haklılığının artık görüldüğü bu aşamadan sonra, stratejik ve operatif baskın tarzındaki harekâtlar, gerekli lokasyonların tümüne kuzey-güney istikametlerinde eş zamanlı olarak icra edilebilir ve A2/AD bölgesinin güneyden emniyeti fiziki/topolojik tedbirlerle sağlanabilir. Türkiye A2/AD bölgesi kurmak için gerekli sistemlerin bazılarında hâlihazırda gelişmeler kaydetmiş durumdaysa da bunlar henüz yeterli değildir. Bu alanda kapasite ve kabiliyet kazanımının ivmelendirilmesi, örneğin siber yeteneklerinin, gelişmiş füze sistemlerinin, KORAL-AKKOR ve benzeri manyetik alana dayalı engelleyici sistemlerin, lazer/hassas güdüm kitlerinin ve yüksek isabetli mühimmatların bir an önce devreye alınması önem arz ediyor.

ABD, Rusya ve hasım komşulara karşı yeni askerî strateji

Gerek ABD gerekse Rusya Türkiye’nin çevresindeki kara ve deniz bölgelerinde hegemonya mücadelesini hızlandırarak sürdürmekte, bu esnada ilki NATO müttefiki olarak, diğeri de NATO’dan ve son dönem ABD politikalarından duyduğu rahatsızlığı kullanarak Türkiye’yi kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır. Türkiye bu durumda hem NATO üyesi olmanın avantajlarından yararlanmaya, hem de sürmekte olan ZDH’da askerî gücü etkin kullanmak amacıyla Rusya’nın kolaylaştırıcılık imkân ve kabiliyetlerinden faydalanmaya (Suriye hava sahasını kullanma, S-400 hava savunma füzeleri satın alma gibi) çalışmaktadır. Ancak askerî-ittifak anlamda her iki büyük güç tarafından da bir tercih yapmaya zorlanmaktadır.

Bu bağlamda, Türkiye’nin tam üye olduğu tek Batılı uluslararası organizasyon olan NATO’daki konumunun tartışmaya açılması, en azından birkaç on yıl boyunca erken olup, bunun yerine ABD başta olmak üzere tüm üyeler tarafından ittifak yükümlülüklerinin uygulanması ve teröre destek verilmemesi gerekliliği, uluslararası hukuki ve siyasi platformlarda yüksek sesle dile getirilebilir. Bununla birlikte NATO’nun özellikle 2003 yılından itibaren Türkiye’ye yönelik terör ve diğer dış tehditlere karşı kayıtsızlığı da hatırda tutularak self-help (kendi başının çaresine bakma) ilkesi gereği, millî askerî enstrümanların çoğaltılması ve mevcut eksikliklerin giderilmesi önemlidir. Türkiye’nin A2/AD kabiliyetlerine yatırım yapmasını gerektiren nedenlerden biri de, geleceğin belirsiz stratejik ortamında NATO’nun onun ihtiyaçlarını ne kadar karşılayacağının belirsiz olmasıdır.

Kuzey Irak referandumu sonrası yaşanan gelişmelerde, Türkiye’nin ABD tarafından içeriden kontrol, yine ABD ve Rusya tarafından dıştan çevrelenmeye karşı İran ve Irak hükümetleriyle bölgesel koalisyon oluşturarak hareket etmesinin faydalı olduğu tecrübe edilmiştir. Fırat’ın doğusunun bir bütün olarak ele alınması ve 60 bin kişilik PKK/KCK-PYD gücünün DEAŞ’ın yaptığı gibi akışkan hareketinin engellenmesi için, Suriye’de de bu tecrübeye uygun bir strateji izlenmesi hususu değerlendirilebilir. Astana görüşmelerinde önerilen yeni Suriye anayasası metninde mevcut “kuzeyde oluşturulacak Kürt otonom bölgesi”nin, Türkiye için Kuzey Irak’takine benzer, on yıllarca sürecek bir istikrarsızlık bölgesi yaratılmaması adına engellenmesi gereklidir. Suriye ve Irak hava sahalarındaki kontrol ve angajmanlar, güney güvenliği ve erişimi açısından belirleyici önemdedir. Rusya ile ilişkiler bu devletin Suriye’deki hava savunma hakimiyeti göz önünde bulundurularak yönetilmektedir.

Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve buna zarar verecek hamlelerin boşa çıkarılması için kararlı ve cesur davranmak gerekmektedir. Türkiye’deki yabancı üslerdeki NATO kapsamı dışındaki faaliyetlere, örneğin “vekil savaşçılara” (teröristlere) yönelik destek uçuşlarına engel olunması, örneğin 90’lı yıllarda yapılan Çekiç Güç Harekâtı’nda uygulandığı gibi, uçaklarda Türk gözlemci subay bulundurulması şartı getirilmesi düşünülebilir. Ayrıca İncirlik Üssü’nde yıllardır konuşlu olan ABD’ye ait 50 adet B 61-12 tipi modernize edilmiş ve kabiliyeti artırılmış taktik nükleer bombanın durumunun değerlendirmeye alınması, Türkiye’nin bunlar nedeniyle, son dönemde hipersonik Sarmat füzeleri vb. stratejik silahlarını lanse eden Rusya’nın ya da ABD’nin kendisi dâhil başka bir nükleer gücün muhtemel hedefler listesinde yer almaması da üzerinde durmaya değer görünüyor.

Diğer bölgelerin savunulması bağlamında, Ege’de deniz ve hava sahamızın korunması için kararlı ve gerekirse yaptırım uygulayan bir tavır sergilenmesi, Türkiye ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgesinde izinsiz petrol ve doğalgaz aramalarına da sert güç caydırıcılığıylaengel olunması, savunma stratejimizin diğer hasım komşularımıza yönelik ayağını oluşturacaktır. Karadeniz güvenliği açısından Türkiye’nin ulusal stratejisi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türk boğazlarından geçecek gemilerin sayısı, tipi, tonajı ve Karadeniz’de kalacakları gün sayısındaki sınırlamalarla ilişkilidir. Karadeniz’deki ABD-Rusya rekabetinde, Türkiye açısından taraflar arasında bir seçim yapmak yerine, kendi menfaati gereği Montrö hukukunun sürdürülmesi daha faydalı olacaktır. Kanal İstanbul tamamlandıktan sonra Karadeniz’e geçiş ve orada bulunma bağlamında ortaya çıkacak hukuki/siyasi durum için ise şimdiden ciddi analizlere ihtiyaç bulunmaktadır. Kanal ayrıca İstanbul ve Trakya’nın konvansiyonel savunması bakımından da bir “iç Meriç” olarak avantaj ve dezavantajlar oluşturabilir.

Savunma/güvenlik kamu diplomasisi bağlamında, dış kamuoyuna yönelik olarak, terör örgütü liderlerinin Batılı ülkelerde barındırılmaması, terörün finansal, lojistik ve eğitimsel desteğinin kesilmesi, sınır ötesinden şehirlerimize atılan füzeler nedeniyle verilen sivil can kayıplarının önlenmesinin zarureti, Türkiye’nin yasal bir parçası olarak Süleyman Şah Türbesi’nin asıl bölgesinin güvenliğinin sağlanmasının gerekliliği, Kamışlı ilçesinin 30 km. güneyinde hâlen devam eden DEAŞ varlığının bertaraf edilmesi maksadıyla da harekât düzenlenebileceği vb. argümanlar, haklı olmanın verdiği güçle etkin şekilde kullanılabilir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin FKH ve ZDH ile ortaya koyduğu aktif terörle mücadelesini bir ulusal savunma stratejisine dönüştürerek ve (dış kamuoyunu belli ölçüde ikna etmenin yanı sıra) millî güvenliğinin gereklerini her şeyin üstünde tutarak, silahlı çatışmanın yeni doğasına uygun mantık ve donanımla, kararlılık içinde uygulamaya devam etmesi elzem görünüyor.

[Doktorasını 2014 yılında MSÜ Savunma Bilimleri Enstitüsü’nde “Uluslararası Güvenlik ve Terörizm” dalında tamamlayan Dr. Sami Yıldırım NATO operasyonları dâhil 22 yıl görev yaptığı TSK’dan 2015 yılında kendi isteğiyle ve kıdemli albay rütbesiyle emekli olmuştur; MSÜ ve Ufuk Üniversitesi’nde yarı zamanlı olarak uluslararası ilişkiler dersleri vermektedir]  

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.