Analiz, İsrail-Filistin çatışması, Analiz-Filistin

GÖRÜŞ - İsrail-Filistin çatışmasında Türkiye'nin garantörlüğü

Türkiye, garantörlük ve arabuluculuk tecrübeleri olan ve aynı zamanda hem Orta Doğu devletleriyle hem de İsrail ile ilişki kurabilen, temsil kabiliyeti yüksek tek devlettir.

Zehra Aydın İşcan  | 31.10.2023 - Güncelleme : 01.11.2023
GÖRÜŞ - İsrail-Filistin çatışmasında Türkiye'nin garantörlüğü Fotoğraf: Ali Jadallah/AA

İstanbul

Zehra Aydın İşcan, Türkiye'nin İsrail-Filistin çatışmasında Filistin adına garantör olma talebinin altında yatan nedenleri ve arabuluculuk ve garantörlük karnesini AA Analiz için kaleme aldı.

***

1948’den bugüne devam eden İsrail-Filistin çatışması 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e saldırısının ardından yeni bir kriz dönemine girerek dünya gündemine oturdu. Gazze’nin günlerdir İsrail tarafından bombalanması sonucu çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere binlerce sivil öldürülüyor.

Elbette bu kriz, taraflar dışındaki devletlerin de gündemini meşgul ediyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Almanya, Fransa gibi Batılı devletler alışılageldiği üzere ilk günden itibaren İsrail’e açık desteklerini belirtirken; Türkiye gibi bölge devletleriyse diplomasinin bütün yollarını deniyor. Özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan olayların başladığı ilk günden itibaren çeşitli devletlerin yetkilileriyle etkili görüşmeler yapıyor ve çatışmaların son bulması ve nihai bir çözüm için etkin çaba ortaya koyuyorlar.

Türkiye, İsrail-Filistin çatışmasının çözümü için gerçek ve somut bir çözüm önerisi dile getirdi. Bu öneriye göre ateşkesin ilan edilmesini takiben Türkiye’nin ve başka devletlerin de dahil olduğu bir garantörlük sistemiyle İsrail ve Filistin arasındaki yıllara sari bu krizin çözümünün mümkün olduğu savunuluyor.

Uluslararası hukukta garantörlük

Bu noktada uluslararası hukukta garantörlük ve arabuluculuk kavramlarının incelenmesi önemlidir. Uluslararası hukukta garantörlük, anlaşmazlık tarafı olmayan üçüncü devletlerin ya da uluslararası örgütlerin, tarafların imzalayacağı bir anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getireceğini kendi garantileri altına almasıdır. Bu yolla garantör olan devletler ya da örgütler, ilgili anlaşmanın ihlal edilmemesinden sorumludur ve ihlali durumunda askeri müdahaleye de varan haklara sahiptir.

Türkiye gibi güçlü askeri kapasiteye sahip bir devletin bu anlamda caydırıcılığı da yüksek olacaktır. Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın Türkiye’nin yanı sıra başka devletlerin de garantör olması gerektiğini söylemesi, tarafsızlığın mutlak olması noktasında önemlidir. Nitekim Erdoğan Türkiye’nin Filistin tarafının garantörlüğünü üstlenebileceğini belirtiyor.

İsrail-Filistin çatışmasında değerlendirilmesi gereken bir diğer uluslararası hukuk kavramı da arabuluculuktur. Arabuluculuk, Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın 36. maddesi kapsamındaki barışçıl yöntemlerden biridir. Buna göre uyuşmazlık tarafı olmayan bir devlet veya uluslararası örgüt, kendi çözüm önerilerini de sunabildiği bir ortamda, tarafları bir araya getirerek soruna çözüm arar. Bu, tarafların buluşturulması ve diplomasinin yürütülmesi bakımından önemlidir. Fakat üçüncü tarafa garantörlükte olduğu kadar büyük haklar tanımaz ve caydırıcılığı sadece arabulucu devletle ilişkilerin gerilmesiyle sınırlıdır. Oysa garantörlük yönteminde, halihazırda üzerinde uzlaşılmış anlaşmanın devamlılığı, ilgili üçüncü tarafın garantisi altındadır ve bu ciddi bir caydırıcılığa sahiptir.

Bosna Hersek örneği

Türkiye Cumhuriyeti tarih boyunca da pek çok krizde benzer öneriler sundu. Örneğin, Bosna savaşının yaşandığı sırada Turgut Özal hükümeti pek çok barışçıl çözüm önerisi getirmişti ve Bosna Savaşı'nın bu denli kanlı bitmesinin önüne geçebilecek Eylem Planını ortaya koymuştu.

Ne var ki o gün Bosna için olduğu gibi 1948’den bu yana da Filistin için doğru barışçıl adımlar atılamıyor. Bosna’daki katliam ve Srebrenitsa soykırımı yaşanırken uluslararası toplum ve Batılı devletler nasıl ki uluslararası hukukun temel prensipleri olan caydırıcılığı ve saldırganın bir daha o saldırıyı yapamayacağı şekilde cezalandırılmasını es geçtiyse, bugün de aynı şekilde saldırgan ve mağdur ayrımı yapılamıyor ve caydırıcı önlemler alınamıyor. Nitekim 1992 yılında Türkiye’nin Bosna için sunduğu Eylem Planı gereği NATO eliyle sınırlı bir hava harekatı zamanında uygulansaydı ve hatta saldırgana karşı inandırıcı bir güç gösterilmiş olsaydı dahi saldırgan caydırılabilir ve Bosna Hersek’in toprak bütünlüğü korunabilirdi. Fakat maalesef bugün ancak binlerce insan öldükten, yaralandıktan ve yerlerinden edildikten, insanlığa karşı onlarca etnik temizlik ve soykırım suçları işlendikten sonra, Dayton Anlaşması’nca yönetilen 2 entiteli, 10 kantonlu, 1 özerk bölgeli, entisitelerin birbirinden kesin sınırlarla ayrıştığı, karmaşık siyasi yapıya sahip bir Bosna Hersek devletinden bahsedebiliyoruz.

Filistin meselesinde Tükiye'nin garantörlüğü

Filistin devleti toprakları da 1948’den bu yana gerek doğrudan işgal yoluyla gerekse yerleşimcilerin toprakları gasp etmesi gibi yöntemlerle giderek küçüldü. Bugün İsrail tarafından Filistin halkına karşı işlenen uluslararası hukuka aykırı suçların ardından dün Bosna’da yaşananlar için söylenen “çok geç kaldık” sözlerinin tekrar duyulmaması için Türkiye’nin barış planları çok daha iyi değerlendirilmelidir.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti geçmişe kıyasla gerek ekonomik gerek siyasi bağlamda çok daha bağımsız, kapasitesi ve uluslararası prestiji yüksek bir devlettir. Özellikle son 20 yılda izlenen aktif ve çok yönlü dış politika, Türkiye’nin bölgedeki konumunu ciddi anlamda güçlendirdi ve ülke yönetiminde 21 yılı geride bırakan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibi, bu süreçte ciddi bir deneyim kazandı. Türkiye’nin devletler arasındaki pozisyonunun yanı sıra bölge halkları nezdindeki önemi, özellikle “one minute” olayı ve Arap Baharı sürecinde demokrasinin yanında yer alması gibi süreçlerle birlikte önemli ölçüde yükseldi. Bu gibi durumlar bugün İsrail-Filistin çatışmasında, Türkiye’yi halkın gözünde medet umulan devlet haline getiriyor.

Bununla birlikte İsrail-Filistin savaşı bugün geldiği aşamada dünya kamuoyunda Bosna savaşından çok daha fazla ses getiriyor. Özellikle sosyal medyanın etkisiyle yayılan görüntüler ve haberler, Irak savaşında gördüğümüz “CNN efekt” olarak anılan tek bir kameradan yanlı görüntülerle sunulan “misenformatif” haberlerin önüne geçiyor. Tüm bu gelişmeler hem dünya kamuoyunu bilinçlendiriyor hem de Filistinlilerle dayanışmanın artırılmasına katkı sağlıyor.

Türkiye'nin garantörlük ve arabuluculuk karnesi

Türkiye, garantörlük ve arabuluculuk tecrübeleri olan ve aynı zamanda hem Orta Doğu devletleriyle hem de İsrail ile ilişki kurabilen, temsil kabiliyeti yüksek tek devlettir. Türkiye, Kıbrıs’taki garantörlüğünün yanı sıra İran-Irak savaşında da arabuluculuk yürüttü ve her iki ülkenin de karşılıklı büyükelçilikleri Türkiye’de mukim oldu. Aynı şekilde İsrail ve Suriye arasındaki Golan Tepelerine ilişkin krizde de tarafların talebi üzerine arabulucu rolünü Türkiye üstlendi. Libya, Suriye ve Ermenistan-Azerbaycan krizlerinde de Ankara etkin rol aldı. Tüm bu deneyimler Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada etkisini artırırken bugün de İsrail-Filistin çatışmasında garantör rol üstlenmesi Filistin’de daha fazla can kaybının olmaması için büyük önem taşıyor.

Aynı şekilde Türkiye’nin İslam İşbirliği Teşkilatı çatısı altındaki girişimleri de İsrail-Filistin çatışmasına dair İslam devletlerini mobilize etmek noktasında önemlidir. Türkiye bu noktada da itici rol üstleniyor. Yürütülen aktif diplomasi, Arap devletlerinin İsrail’le normalleşme süreçlerinin sekteye uğramasına ve ortak bir duruş sergilemek noktasında gelişmeler kaydedilmesine yol açtı. Bu bağlamda Türkiye, İslam devletlerindeki kamuoyunun desteğine de sahip ve İsrail'in Filistin'e yönelik hukuksuz saldırılarına karşı daha etkin bir mücadele yürütülmesinin de öncüsü olabilir.

Ne yazık ki dün Bosna’da yaşanan katliamlarda olduğu gibi bugün İsrail-Filistin çatışmasının çözümüne ilişkin de BM’nin etkinliğinden bahsetmek çok güç. Bu durum devletlerin kendi başlarına harekete geçmelerine yol açıyor. Bu, İsrail’in mutlak destekçisi olan Batı devletleri için başına buyrukluğu beraberinde getirirken Türkiye gibi devletler içinse büyük sorumluluklar doğuruyor.

[Zehra Aydın İşcan, DİPAM'da araştırmacı ve Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktora öğrencisidir.]

* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.​

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.