Fransız diplomasisi: Kaybedince, kazananla kazanmak
Fransa’nın diplomasisi, kendisine karşı verdiği mücadeleyi kaybettiği devletin dümen suyuna giren ve yenilgiden dahi bir avantaj çıkaran oportunist bir diplomasi olarak tanımlanabilir.
Istanbul
İSTANBUL - FATİH ERBAŞ
Son dönemde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, Suriye özelinden başlamak üzere diplomasi ve uluslararası politikada Fransa’yı yine 'yönlendirici' bir devlet yapma gayretinde olduğu görülüyor. Fransa’nın diplomasi tarihini gözden geçirmek, bu devletin geleceğine yönelik işaretleri tarih sayfaları arasında bulmayı mümkün kılabilir.
Özetle ifade etmek gerekirse Fransa’nın diplomasisi, kendisine karşı verdiği mücadeleyi kaybettiği devletin ve/veya dünyaya hakim devletin dümen suyuna gönüllü olarak giren ve bu halini dünyayı yönlendiren bir devlet olmak sanan, yenilgiden dahi bir avantaj çıkaran renksiz oportunist bir diplomasi olarak tanımlanabilir.
16. Yüzyılın ilk yarısı, Şarlken’in Avrupa’yı kasıp kavurduğu bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Şarlken’in başarılarından olumsuz manâda birinci planda etkilenen devlet Fransa ve onun kralı Fransua’dır. Şarlken ile başa çıkamayan Fransua, çareyi Osmanlı Devleti’nden yardım istemekte bulur. Çağının güçlü devletinin kanatları altına girer. Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayreddin Paşa’yı Fransa’yı savunmakla görevlendirir. Barbaros ve donanması Nice’i Şarlken’den kurtardıktan sonra 1543-44’de sekiz ay boyunca Toulon kentinde Fransa’yı korumaya devam eder.
Sömürgecilik geçmişi
Fransa 17. yüzyılın başında Kuzey ve Güney Amerika'da sömürgecilik faaliyetlerinde bulunan, 17. ve 18. yüzyılda sömürgecilik faaliyetlerini Afrika ve Hind coğrafyasına genişleten, 19. yüzyılda da devletler dengesinde güç kaybetmiş olmasına rağmen Kuzey Afrika’da sömürge anlayışı ile faaliyet gösteren ve sömürgeciliği en acımasızca icra eden bir devlettir.
19. yüzyılın başına kadar dünya güç dengelerinde ve deniz aşırı faaliyetlerde önde ve öncü olan Fransa, daha önce yardımına sığındığı Osmanlı Devleti’nin Mısır'ına el koymak isterken İngiltere’ye karşı kaybetti ve bilahare 19. yüzyıl boyunca İngiltere ile birlikte hareket edip, kendi başarıları bulunmamasına rağmen, İngiltere’nin başarılarından yararlanarak, 19. yüzyılı avantajlı bir devlet olarak kapattı. Bunu İngiltere ile birlikte 1827’de Navarin’de Osmanlı Devleti’ne saldırmasında, 1853’te İngiltere ile birlikte Rusya’ya saldırmasında, 20. yüzyılın başında yine İngiltere ile birlikte Çanakkale’yi geçme gayretinde hep görüyoruz.
Aslında 19. yüzyılı, İngiltere’nin gölgesinde ama hak etmediği bir şekilde kârlı olarak kapatan Fransa, bu avantajlı durumunu Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve sonrasında da devam ettirdi. Her iki büyük savaşta da çok kısa sürede Almanya’ya karşı kaybeden Fransa, müttefikleri marifetiyle harplerden galip çıktı. Birinci Dünya Savaşı için Türklere dair söylenen bir söz vardır: “Almanlar kaybettiği için biz de kaybetmiş sayıldık”. Bu söz Fransa için tersine olarak tam da doğrudur. Fransa, 150 sene İngiltere kazandığı için kazanmış sayıldı. Sonra da ABD kazandığı için kazanmış sayıldı ve sayılıyor.
Uluslararası ilişkilerde yeni dönem
"Birinci ve İkinci Dünya Savaşının kolayca hezimete uğrayan Fransası"nı anlaşma masalarında ve milletlerarası teşkilatlarda ön planda görüyoruz. Kaybetse de güçlüden yana tavır alarak avantaj sağlamayı diplomasisinin temeline alan Fransa, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan Birleşmiş Milletler’in veto hakkı bulunan beş devletinden biridir.
Avrupa Birliği’nin fikir babası da bir Fransız olan Jean Monnet’dir. Yalnızken yenilen bu devlet, güçlü örgütler oluşturup birlikte hareket etmeyi milli menfaatleri mucibince gerekli görmekte ve bunda başarılı olmaktadır. Bunu BM’de, AGİT’te, AB’de, G-7’de ve birçok başka uluslararası ve bölgesel örgütte gözlemliyoruz. Ayrıca Fransa birçok örgüte ev sahipliği de yapıyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un da tarihteki uygulamalara paralel ve aynı diplomasi geleneğinin tezahürü olarak, Suriye başta olmak üzere, ülkesinin Ortadoğu'daki menfaatini ABD’nin yanında yer almakta gördüğü söylenebilir. Suriye sorununa müdahil olma gayretleri, İran’ın nükleer güç olup olmaması ile ilgili olarak arabulucu rolü oynama gayretleri ve bundan önce 2011’de Libya’ya karşı yapılan saldırıda, ABD’nin taşeronluğunu yapan Fransa, zaman zaman Filistin meselesinde olduğu gibi mazlumun yanında olma görüntüsünü de vermeye çalışır. Ancak Fransa’yı ve onun çıkarları esas alan dış politika tarihini bilenler için bu durum inandırıcı değildir.
Uluslararası politikada yeni dönem, yeni düzlemler ortaya çıkaracak ve bu düzlemlerde, Fransa türü dış politika uygulamaları inandırıcı olmayacak ve kabul görmeyecektir. Bunu en açık bir biçimde Afrika devletlerinin dış politika uygulamalarında görüyoruz. Afrika devletleri kendilerini iki yüzyıldır sömüren ve bu anlayışından vazgeçtiği görülmeyen Fransa ve onun gibi devletlere değil, Türkiye ve onun gibi “birlikte büyüme” ideallerini paylaşan devletlere yakınlaşmaktadır.
Bu durum, uluslararası politikada Batı’dan doğuya doğru kayan güç merkezleri çerçevesinde ele alındığında Fransa’nın telaşını anlamak mümkün hale geliyor. Artık ortada kudretli Batı dünyasının refah ve huzurundan pay alan bir devlet değil, kendi ülkesi içinde dahi barış ve huzuru sağlayamayan, dünya milli gelir sıralamasında gerilere doğru düşmekte olan bir Fransa var. Bizatihi Batılı futuristlerin öngörülerine göre 2030’lı yıllardan itibaren aynı bazı diğer Batılı devletler gibi, Fransa yıllık gayri safi milli hâsılada dünyanın en büyük on devleti arasında olmayacak.
Artık Fransa’nın da içinde bulunduğu G7, AB ve BM’nin Güvenlik Konseyi değil, Türkiye, Brezilya, Endonezya, Meksika, Çin, Hindistan ve Rusya’nın içinde bulunduğu E7 (Emerging Seven) dünya ekonomisi ve siyasetinde etkili ve yönlendirici olacak. Fransa da, tıpkı ABD, İngiltere, Kanada ve İtalya gibi ellerinden kayıp gitmekte olan gücün arkasından bakarken, coğrafyamızda ve dünyanın başka yerlerinde kendileri ile işbirliği yapabilecek vesayet altındaki devletler ve onların yöneticileri ile birlikte bir şelale gibi akan gelişmelerin önünde durmaya çalışıyorlar.
[Uluslararası güvenlik stratejileri uzmanı Dr. Fatih Erbaş 1986-2014 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve NATO Güney Kanadı Komutanlığı’nda farklı birlik ve karargah görevlerinde bulundu; Harp Akademileri Komutanlığı ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nde öğretim üyeliği yaptı]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.