Dolar
32.37
Euro
34.95
Altın
2,233.04
ETH/USDT
3,529.50
BTC/USDT
69,811.00
BIST 100
9,093.34
Analiz, Zeytin Dalı Harekatı

İç savaştan 'Suriye Savaşları'na

Rejim ve muhalifler, kaynaklarını hayli zaman önce önemli ölçüde tükettiler. Söz konusu sürece paralel olarak, farklı grupları dışarıdan destekleyen ülkeler, savaşın akıbetini belirleyecek ana aktörler haline geldi.

07.03.2018 - Güncelleme : 22.03.2018
İç savaştan 'Suriye Savaşları'na

İSTANBUL - MEHMET AKİF OKUR

Geçtiğimiz yedi yılda Suriye'nin istikbaliyle ilgili yapılan iç ferahlatıcı yahut karamsar değerlendirmelerin büyük kısmı yanlış çıktı. İyimser beklentilerin akıbeti malum. Kötümser tahminler ise geldiğimiz nokta kadar karanlık bir tabloyu tahminde aciz kaldılar. Kesin veriler bulunmamakla birlikte, hayatını kaybedenlerin sayısını yarım milyona yaklaşan rakamlarla telaffuz eden hesaplamalar, çağımızın en büyük trajedisini resmediyor.

Yıkımın boyutları muazzam. Ne kadar insanın bu büyük cehennemde yaralandığını yahut sakat kaldığını bilmiyoruz. Nüfusun yarıdan çoğu yerinden edildi. Yedi milyondan fazla Suriyelinin başka ülkelere sığındığı tahmin ediliyor. Bir araştırmaya göre, sadece on büyük şehirdeki binaların çatışmalardan hasar görme oranı yüzde 27. Sağlık, eğitim ve işsizlikle ilgili erişilebilir istatistikler, tarifi zor bir çöküşü anlatıyor.

Peki, Cenevre'deki ve Astana'daki “yarışan” masalar, tünelin ucunda ışık göründüğüne mi işaret ediyor? Yoksa, çatışma haritalarında her gün değişen renkleri izlemeye uzun müddet daha devam mı edeceğiz? Sonuçta karşımızda nasıl bir Suriye bulacağız?

Bu soruların cevabını aramaya, iç savaşların süreleri üzerine yapılan çalışmaların ortaya koyduğu verilere bakarak başlamak yerinde olur. Denk veya denge yakın kuvvetlere sahip cepheler arasındaki iç savaşların ömrünü uzatan ya da kısaltan muhtelif faktörler var: Tarafların seferber edebilecekleri kaynakların miktarı ile hedeflerine savaşla ulaşabileceklerine dair beklentilerinin gücü bunlar arasında yer alıyor. Çatışmanın karakteriyle ilgili parametreler, içeride bu faktörler üzerinde tesire sahip. Örneğin, iç savaşın sebebi ideolojik bir bölünme mi, yoksa etnik/dini mahiyette bir saflaşma mı söz konusu, merkez-çevre dinamikleri nasıl konumlanmışlar?

Yalnızca iç dinamiklerin sahnede olduğu denge yakın kuvvetler arasındaki mücadelelerde, kimse kesin bir zafer kazanamazsa, ümidin ve kaynakların tükenişi çatışmayı söndürüyor. Yangın, alevlerin yutabilecekleri tükendikçe külleniyor. Ancak, ateşi dışardan besleyenlerin devreye girişi bu denklemi değiştiriyor. İç savaşlara yapılan dış müdahaleler, kısa ve netice alıcı mahiyette değilse kavgayı uzatacak yeni bir denge durumu meydana getiriyor.

Bu açıdan bakıldığında, Suriye iç savaşı karşımıza çok dramatik bir manzara çıkarıyor. İç savaşın doğrudan tarafları olan rejim ve muhalifler, kaynaklarını hayli zaman önce önemli ölçüde tükettiler. Söz konusu sürece paralel olarak, farklı grupları dışardan destekleyen ülkeler, savaşın akıbetini belirleyecek ana aktörler haline geldi. Bu durum, savaşan tarafları destekleyen/yönlendiren devletler arasındaki genel ilişkileri de adım adım Suriye'deki çatışmanın faktörleri arasına yerleştirdi. Böylece, iç savaşı tek mesele olmaktan çıkarıp Suriye'deki mücadelenin unsurlarından birine dönüştüren "Suriye Savaşları" safhasına geçildi. Bu aşamada, "Nasıl bir Suriye?" sorusunun cevabı, müdahil aktörlerin iki kademe halinde tarifi gereken çıkar ve hedefleriyle daha doğrudan bağlantılı hale geldi. Dış aktörler, kendileri için ideal çözüm formülünü, hem Suriye içi dengeleri hem de yanlarındaki ve karşılarındaki güçlerle ilişkilerinin genel seyrini dikkate alarak hesaplıyorlar. Dolayısıyla karşımıza Türkiye, Rusya, ABD, İran ve İsrail gibi ülkelerin Suriye ile ilgili hedeflerini ve birbirleriyle münasebetlerini içeren geniş bir matris çıkıyor.

Söz konusu aktörlerin karar alma süreçlerine yansıyan iç siyasi dalgalanmalar, Suriye’yle bağlantılı çıkar algılamalarına tesir ederek bu manzarayı daha da karmaşık hale getiriyor. Suriye savaşları matrisi üzerinde, büyük güçlerden birinin herhangi bir diğer oyuncuya ilişkin genel politika değişikliği, Suriye’deki niyet, hedef ve dolayısıyla davranışlarına da aksediyor. Tüm bu gelgitler bilinmezlikleri büyütüyor, sahadaki yıkımı arttırıyor, tarafların beklentilerini karmaşıklaştırıyor.

Bu sebeple Türkiye dahil tüm aktörler, taktik adımlarını, temel önceliklerini gözetirken Suriye savaşlarının evrimiyle ilgili farklı ihtimalleri de dikkate almak suretiyle atmaya çalışıyorlar. Suriye’deki savaşları kendileri bakımından bir tasnife tabi tutuyorlar. En çok önemsediklerini merkeze alarak diğerleriyle ilgili söylem, tutum ve zamanlamalarını tespit ediyorlar. Suriye anaforunun değişen rüzgarları, ideal beklentilerini karşılayacak bir başarı ihtimaliyle aralarına kum fırtınaları soktukça, zararı azaltmak ya da daha büyük bir zarardan kurtulmak arzusu baskınlık kazanıyor. Ancak, toz bulutu beklenmedik/hesap dışı gelişmelerle biraz seyrelince, bu sefer başlangıç hedeflerine daha yakın bir sonuca ulaşma ümidi depreşiyor. Bu salınım, stratejik netleşmeyi zora sokuyor; belirli bir doğrultuda ilerlerken adımların diğer güzergahlara sapma ihtimalini kapatmayacak biçimde atılmasını gerekli kılıyor. Fiilen yürütülmesi, tarifinden daha çetrefilli bir süreçle yüz yüzeyiz.

Konjonktüre göre farklı savaşlar ön plana çıksa da tüm aktörler için Suriye savaşlarının düğüm noktasında, Şam duruyor. Suriye’de şimdiye kadar kim neyi kazanmışsa, bunu ancak Şam’da kendisine yakın bir iktidarı tescil ettirerek kalıcı kılabilir. Benzer şekilde, Suriye savaşlarının neticesinde zarar görmekten endişelenenleri de, Şam’daki dost bir yönetim bu korkularından azat edebilir. Bu sebeple, Şam'ı ellerinde tutanlar, ülkenin kalan kısımlarına uzanmak için çaba sarf ediyorlar. Rejim değişikliğini mevcut konjonktür bakımından uzak görenler, kendileri açısından daha avantajlı şartlar doğana kadar, ellerindeki bölgeleri tahkime çalışıyorlar. Diplomatik tercihleri ise karşı tarafa mutlak zafer vermezken kapıyı gelecek için yeni ihtimallere aralık bırakacak bir formülün masadaki tescili.

Kim, neyi hesaplıyor?

Karşımızdaki denklemin İran, Rusya, Türkiye ve ABD için farklı sonuçları var. Bunların tüm boyutlarıyla tek tek tahlili yazımızın hudutları dışında. Fakat bazı temel noktaların hatırlanması, meselenin bütünü üzerinde düşünebilmek bakımından elzem.

İnsan kaynakları ve mali gücü eriyen Esed rejimi, karada daha çok İran ve milislerinin, havada ise Rusya’nın desteğiyle askeri harekatlarını sürdürebiliyor. Bu ikili, nüfuzları altında yeniden inşa edilecek bir Suriye hayal ediyorlar. Ancak çıkarları bütünüyle özdeş değil. Rusya, rejimi iktidarda tutarken belirli pazarlıklara açık bir çözüm vizyonu olduğunu da göstermeye çalışıyor. Türkiye ile müşterek zeminler bulma, ama aynı anda da PYD/YPG ile tüm köprüleri atmama gayreti, bu politikanın tezahürleri. Putin'in söz konusu yaklaşımının ardında bazı önemli kaygıların olduğu anlaşılıyor. Moskova, rejim ve İran'da gözlenen mutlak zafer arayışının, çatışmaları uzatarak kendisini de kolayca sıyrılamayacağı bir bataklığa doğru sürüklemesinden ve maliyetlerini artırmasından çekiniyor. Ayrıca, ABD ile gerilen ilişkilerinin, Suriye'yi Washington’la arasında daha doğrudan bir mücadele hattına çevirmesinden de endişe ediyor. Artan İsrail saldırıları, hem Washington'u etkileme hem de Rusya'yı müttefikleri için İsrail ve ABD'yle karşı karşıya getirme potansiyeline sahip. Putin’in Obama’yla tesis edip Trump’la sürdürdüğü Suriye uzlaşısının, ana hatlarıyla ayaktaymış gibi gözükse de çok sayıda dinamik tarafından aşındırılmaya devam edilmesi muhtemel. Bu manzara, Moskova'nın Suriye'de elde ettiği somut kazanımları, az maliyetle tescilleme isteğini zora sokuyor.

Rusya’yla beraber hareket eden İran ve müttefikleri, "askeri çözümün imkansızlığı" retoriğini onaylamayı sürdürürken, tam tersi istikamette adımlar atmaktan da çekinmiyorlar. İran, Lübnan Hizbullahı ile karadan irtibatını tesis edecek bir koridor inşasının ötesinde, askeri, ekonomik ve siyasi açılardan büyük yatırım yaptığı topraklardaki varlığını kalıcı kılacak mevzilerin peşinde.

ABD ise DEAŞ’ın yanında İran ve müttefiklerini de tehdit saydığını söylerken, PYD/YPG'ye desteğiyle aslında Türkiye'yi yıpratıyor, bekasıyla doğrudan ilgili muazzam bir güvenlik tehdidiyle yüz yüze bırakıyor. Ayrıca Suriye’de iç savaş dinamiklerini ısıtacak yeni hamleler yapabileceğine dair mesajlar vermekten de geri durmuyor.

ABD'nin PYD/YPG üzerinden kontrol ettiği bölge, Suriye'nin ekonomik zenginliklerinin kayda değer kısmına ev sahipliği yapıyor. Fakat bir noktanın altını çizmek lazım: Bu coğrafyadaki petrol kuyuları ve benzeri kaynaklar Suriye'nin yakın geleceği için önemli olsalar da, Irak gibi ülkelerle karşılaştırıldığında ciddi bir hacme sahip değiller. Şu kıyas, durum hakkında bir fikir verecektir: 2011'de, gösteriler başlamadan evvel, tüm Suriye'deki günlük petrol üretimi 380 bin varildi. Irak’ta ise sadece Erbil yönetiminin referandum öncesi denetlediği bölgeden çıkan petrolün miktarı günlük 600 bin varil civarındaydı. Hadiseler, bu ölçekte bir petrol gelirine ve çok sayıda diğer avantaja sahip olmanın, komşuların onayı yoksa, bağımsızlığa yetmediğini gösterdi. Bununla birlikte, daha uzak gelecek için Kuzey Irak’taki ve Kuzey Suriye’deki yapıları kaynaklarıyla beraber birleştirecek projeleri pazarlayanlar da elbette mevcut. Zira böylece, arzu edilen hedeflere karşı terör örgütlerini ucuza seferber etmek kolaylaşıyor. Fakat bu, ciddi taahhütler gerektiren uzun soluklu projelerin aslında hayli pahalı olduğu, neticesi belirsiz, riskli yatırımlar gerektirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Nitekim Kuzey Suriye'de ABD himayesinde kalıcı bir yapının teşekkülü, Washington’dan bölgeye doğru süreklilik arz eden bir mali yardım akışıyla mümkün.

Askeri harcamaların dışında, savaşın tahrip ettiği alt yapının imarı ve düşman çevrede ayakta kalabilecek bir ekonominin tesisi de lazım. Bu ise daha önceki denemelerinin tamamına yakınında istediği sonuca ulaşamayan ABD'nin, kendi kamuoyu tarafından desteklenmemesi pek muhtemel yeni bir "ulus inşası" projesine girişmesi demek. Üstelik Afganistan’la ve Irak’la kıyaslandığında, Kuzey Suriye'deki şartlar çok daha elverişsiz. Çünkü Irak ve Afganistan'dan farklı olarak, Suriye'ye müdahil güçler birbirleriyle rekabet halindeler. ABD dışındakilerin tamamı, değişik gerekçeler ve farklılaşan taktik tavırlarla, Kuzey Suriye projesini doğrudan yahut dolaylı bir tehdit sayıyor. Bu, yeryüzünün en sıcak vekalet savaşları coğrafyasında, çok yönlü bir çatışma ikliminin ortasında durmak demek. Üstelik, PYD/YPG'nin tabanı sayılabilecek unsurlar, Kuzey Suriye'deki nüfusun çoğunluğunu teşkil etmiyor. Ayrıca Suriye'nin geleceğiyle ilgili formüller, Arap, Türkmen ve PYD/YPG’ye muhalif Kürt mültecilerin dönüşünü de kapsamak zorunda. Tüm bunlara ilave olarak, Ankara ile başlayacak müzakereler sonuçsuz kalırsa, Washington’ın, Rusya ve İran’la gerilimlerin yükseldiği bir dönemde, Türkiye’deki kritik üs ve tesislerin kapatılmasıyla sınırlı kalmayacak sonuçları da Kuzey Suriye faturasına eklemesi gerekecek.

ABD tüm bu gerçeklere ve Türkiye’nin kararlılığına rağmen yanlışta ısrarı sürdürür mü? Eğer cevap “evet” olursa, karşımıza meselenin ikinci kısmı çıkıyor: Kuzey Irak’a benzer bir Kuzey Suriye projesinin hayata geçirilmesi, Şam’daki iktidarın da şekillendirilmesiyle varlık kazanabilir. Yani savaşın ABD’nin baskın olduğu bir masada nihayete ermesi lazım. Bu noktada Astana-Cenevre gerilimiyle karşılaşıyoruz. ABD’nin hakim olacağı bir masadan sonuç çıkabilmesi için ise Washington’la birlikte hareket eden muhalif unsurların savaş alanında etkinlik kazandıkları yeni bir çatışma sürecine ihtiyaç var. İç savaşın tekrar alevlenmesi anlamına gelecek böyle bir gelişme, İran ve müttefiklerini hedef alacağı için, İsrail’in istekleriyle de uyumlu olacaktır.

Ana hatlarına dokunduğumuz senaryonun başarısı bakımından, ABD’nin selefi gruplar dışında sahada varlık gösterebilen muhaliflerin tek temsilcisi konumuna gelmesi özel bir öneme sahip. Bunun için ise Washington’un Arap unsurlara yatırımını artırması, muhaliflerin destek umacakları alternatif odakların da itibarsızlaştırılması gerekiyor. İlk hususla ilgili olarak ABD bir taraftan El Tanf’ta muhalif Arap unsurları eğitti, diğer yandan ise SDG çatısı altında kayda değer miktarda Arap savaşçıyı YPG’nin emrine verdi. İkinci husus açısından en önemli gelişme ise Türkiye üzerinde artan “Esed’le barış” baskısı. Bunun gerçekleşmesi, Türkiye’nin makul muhalefetin hamisi statüsüne darbe vuracağı için, aslında Astana’yı mümkün ve anlamlı kılan sacayağını sarsacaktır. Ayrıca bu adımın ardından, Türkiye’nin bazı muhalif grupların da hedefine dönüşmesi/dönüştürülmesi ihtimali, PYD/YPG’ye karşı verdiği mücadeleyi zorlaştıran faktörler arasına girebilir.

Washington cephesinde iç savaşın tırmandırılması senaryosu, maliyeti ve Rusya’nın muhtemel karşı hamleleri gibi öngörülemezlikler sebebiyle çok maliyetli bulunursa, bu kez fiili bölünmüşlüğün zamana yayılarak tahkimini izlerken, kurulu masaların uzun ve sonuçsuz müzakerelere sahne oluşuna şahitlik edebiliriz. Irak örneği, derin iç çatışma yaşamış ülkelerde hassas dengeler etrafında tesis edilen yeni devlet mekanizmalarının nasıl uzun vadeye yayılan sürekli bir çatışma potansiyeli üzerinde ayakta kalmaya çalıştıklarını gösteriyor. En iyimser senaryoda, bazı dinamiklerini izaha çalıştığımız karmaşık resimden, konjonktürel mutabakatlara dayalı yeni bir devlet yapısı çıksa bile, muazzam mağduriyetlerin ürettiği “kin denizi”, on yıllar boyunca her çatışma fırsatında Suriye’yi dövecek dalgalar üretmeye devam edecektir.

Peki, yukarıdaki sorumuzun cevabı bugünden bakıldığında pek kuvvetli olmayacağı tahmin edilen bir “hayır” olursa karşımıza nasıl bir manzara çıkar? Moskova ve Tahran’a karşı tavrını sertleştirirken ABD’nin Ankara’ya yakınlaşması, Zeytin Dalı harekatının parametrelerini Türkiye aleyhine değiştirecektir. Ancak Ankara’nın pazarlık pozisyonunu, bu riski hafifletecek, Astana ile Cenevre arasında köprü kurarken Rusya ve İran’la ilişkilerinin genel yönünü masanın dışında tutan formüllere göre belirleyebileceğini de varsaymak gerekiyor. Böyle bir tutumun karşılık bulup bulamayacağını görmek için ise “mekanizmaların” çalışmaya başlamasını beklemek lazım. Yani birkaç gün daha.

[Prof. Dr. Mehmet Akif Okur Yıldız Teknik Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]

* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın