ABD’nin Çin'i çevreleme stratejisi ve küresel hegemonya
Çin yirminci yüzyılın son çeyreğinde ortaya koyduğu muazzam ekonomik kalkınma ile uluslararası sistemin dengelerini yerinden oynatırken, ABD bu durumu sistemik bir güvenlik tehdidi olarak algılıyor.
İstanbul
Çin yirminci yüzyılın son çeyreğinde ortaya koyduğu muazzam ekonomik kalkınma ile uluslararası sistemin dengelerini yerinden oynatırken, ABD bu durumu sistemik bir güvenlik tehdidi olarak algılamaya başladı. ABD’nin Çin’e karşı ekonomik, politik ve ideolojik alanda başlattığı mücadele küresel güvenlik maliyetlerini artırabilecek bir kuşatma (çevreleme) stratejisine dönüşmeye başlıyor.
ABD’nin Çin’e karşı ekonomik, politik ve ideolojik alanda başlattığı mücadele küresel güvenlik maliyetlerini artırabilecek bir kuşatma (çevreleme) stratejisine dönüşmeye başlıyor.
Çin, 1978 yılında başlayan “reform ve dışa açılım” döneminden günümüze inanılmaz bir ekonomik büyüme gösterdi. ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen Çin’in 2030 yılında dünyanın en büyük ekonomisi olması bekleniyor. Çin’in ekonomik yükselişi aynı zamanda küresel etkileri olan politik bir dinamizm de meydana getirmiş durumda. Meşruiyetini özellikle içerde hızlı ekonomik büyümeyi sürdürme gücünden alan Çin, yüksek ihracata dayalı bir büyüme modelini benimseyerek birçok ülke ile çeşitlenmiş ekonomik ilişkiler içerisine girdi. 1978 yılından sonra Çin’in küresel kapitalizme yönelen "ironik" tarihsel bükülmesi sonucunda oluşan politik dinamizm, liberal ekonomik düzen içerisindeki taşları yerinden oynattı.
ABD’nin kuşatma çabalarına karşılık Çin’in karşı karşıya gelmekten kaçınan düşük profilli duruşu ve “çatışmayı” zamana yayma hamleleri uzun süre daha sistem düzeyinde yaşanacak bir gerilmeye işaret ediyor.
ABD, Çin'i “yükselen bir güç” olarak nitelendirirken buna karşılık Çin, kendisini iki bin yıl boyunca bölgede “baskın” olan ve geçici olarak yerinden edilmiş bir güç olarak görüyor. Her ne kadar Deng Şiaoping’den bu yana derin hegemonik dürtülere karşı direnmek için özel bir çaba sarf etseler de Çinli yöneticiler “barışçıl yükseliş” diye adlandırılan bir konsept ile Çin’in geçmişte oynadığı ticari ve kültürel rolü restore eden bir yaklaşım içerisinde hareket ediyor.
Şiaoping döneminden beri Çinli yöneticiler temkinli bir stratejik yaklaşım içerisinde bulunuyor. Bununla birlikte 2012 yılında Şi Cinping’in göreve gelmesi ile beraber “China 2025” ve “Kuşak-Yol Girişimi” gibi projeler Çin’in stratejik yaklaşımının daha iddialı bir eğilime yöneldiğini gösteriyor.
Liberal hegemonya bir "yanılsama mı?"
Liberal hegemonya, bir devletin serbest bir uluslararası ekonomiyi teşvik edip öte yandan uluslararası kurumlar inşa ederek diğer ülkeleri liberal demokrasilere dönüştürmeyi amaçladığı iddialı bir strateji olarak tanımlanıyor. Ancak büyük güç mücadeleleri pahasına böyle bir strateji yürütmek bir süre sonra çok maliyetli bir hal alabiliyor.
Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütüne girmesinden beri ABD’nin temel varsayımı serbest piyasaya içerisine giren Çin’in demokratik değerleri de benimseyerek politik sistemini dönüştürebileceği ve iç pazarını tamamen serbest piyasaya açabileceği şeklinde oldu. Ancak bu gerçekleşmedi. Bunun yerine Çin özel eko-politik durumunu kullanarak içerdeki politik iktidarı koruyup güçlendirdi ve kendine özgü bir küresel güç projeksiyonu ortaya koydu.
Çin’in kendine özgü yapılanması ABD’nin politik düşünce ikliminde liberal varsayımların bir yanılsama olabileceği tartışmalarını alevlendirdi. John Mearsheimer, Büyük Yanılsama (The Great Delusion) isimli kitabında “Bugün ABD’nin yükselen bir Çin’e ya da Britanya’nın I. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda yükselen bir Almanya’ya nasıl baktığını düşünün. Amerikan liderleri, Çin’in gelecekteki niyetlerini kesin olarak bilemezler..." diyerek liberal hegemonik düzenin bir yanılsama olduğunu ve güç mücadelesinin belirsizliklerle dolu olduğunu anlatmaya çalıştı.
Doksanlı yılların başında Fukuyama’nın “tarihin sonunu ilan ettiği” ideal ve yegane düzen bir süre sonra ulus-devletlerin belirlediği sistemik yapı içerisinde sorunlar yaşamaya başladı. Otokratik ve farklı rejimlere sahip ülkelerin ideal düzen ile yer değiştirmesi gerektiğini savunan yaklaşım sosyal mühendisliğe kapı aralayan bir eğilim ile hareket eder oldu. Burada Çin gibi bu değerleri kabul etme konusunda seçici davranan gelişmekte olan ülke modeli bir süre sonra sistem tarafından tehdit olarak algılanır hale geldi.
Bu durum liberal hegemonya yaklaşımında aşınmalara neden olurken aynı zamanda son derece hassas ve kırılgan alanlar doğurmaya başladı. Özellikle söz konusu hegemonik alanda yer alan tarihsel ittifakların çatlaması ile beraber liberal ekonomik düzenin yara aldığı ve ülkelerin zarar gördüğü bir durum ortaya çıktı. ABD, ittifak yaptığı ülkelere karşı da söylemini sertleştirirken NATO gibi güvenlik amaçlı kurulmuş ittifakların harcamalarını bile tartışmaya açtı. Bu durum diğer yandan Çin ve Rusya gibi aktörlerin çok kutuplu uluslararası sistem taleplerini yoğunlaştırmaya başladı.
ABD’nin çevreleme stratejisi ve Çin’in çok kutuplu sistem tahayyülü
ABD’nin başını çektiği hegemonya modeli çatırdamaya başlarken 2017 yılının sonlarında yayınlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi ABD’nin Çin’i kuşatmaya dönük eğilimi ile ilgili ciddi ipuçları içeriyor. Bu belgede Çin ve Rusya, ABD’ye meydan okuyan “revizyonist güçler” olarak tanımlanıyor. Çin ve Rusya’yı Amerikan değerlerine zıt bir dünya inşa etmekle itham eden belge aynı zamanda Çin’in ABD’yi Hint-Pasifik bölgesinden çıkarmaya çalıştığını iddia ediyor.
Buna karşılık ABD özellikle Güney Asya’da askeri-politik faaliyetlerini ve yerleşimini derinleştirmeye devam ediyor. ABD’nin 70 yıldır bölgede görev yapan Pasifik Komutanlığı’nın (PACOM) adını Hint-Pasifik Komutanlığı olarak değiştirmesi de ABD’nin bölgeye kalıcı olarak yerleşme amacının emarelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Ancak ABD’nin bu yerleşimi Çin için bir güvenlik açığı olarak algılanmış olacak ki 2018 yılında Çin ve Rusya “NATO’nun en büyük kabuslarından birisi olabilecek” 300 bin askerin katıldığı “Vostok 2018” isimli askeri tatbikatta bir araya geldi. Dolayısıyla ABD’nin hegemonyasını tahkim etme çabalarının bir karşı hegemonya alanının belirmesine yardımcı olduğunu söylemek mümkün.
Bununla beraber Çin’in hem bölgesel hem de küresel anlamda alternatif arayışları devam ediyor. Şanghay İşbirliği Örgütü gibi hızlı bir gelişim sürecine girmiş ve Hindistan ile Pakistan’ın katılımıyla, Avrasya topraklarının yüzde 60’ından fazlasını, dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan bölgesel kurumlar kendisini giderek ön plana çıkarmaya başlıyor.
Çin, Batı yaklaşımının dayandığı temel varsayımlara meydan okuyor. Liberal demokrasinin modernleşme için vazgeçilmez bir unsur olmadığını iddia eden Çin, Batı’nın “güçsüzlüğünün” ekonomik küreselleşmeye bir tehdit olarak ortaya çıktığını iddia ediyor. Popülizmin ve korumacılığın yükselişini ise eleştiriyor.
Çin’in iki yılda bir savunma ile ilgili yayınladığı stratejik belgelerin hemen hepsinin önsözünde ”Çin asla hegemonya mücadelesi içinde olmayacak” ifadesi dikkat çekiyor. Çin, barış ve ekonomik büyümenin hüküm sürdüğü çok kutuplu bir dünya dengesinin istikrarlı bir dünya düzenine dönüşeceğini düşünüyor ve Şi Cinping’in birçok konuşmasında dile getirdiği çok kutuplu yeni bir uluslararası ilişkiler türünden bahsediyor.
Özetle ABD’nin Çin’i kuşatması Trump dönemi ile beraber çok daha karmaşık bir seviyeye gelmiş durumda. “Önce Amerika” (America First) sloganı ile göreve gelen ABD Başkanı Donald Trump, Çin tehdidi ile ilgili algıyı sürekli körükleyerek jeopolitik, ideolojik ve ekonomik boyutları olan bir “çevreleme 2.0 doktrini” ortaya koymuş durumda.
Tayvan sorunu ve Hong Kong'da yükselen tansiyon
Jeopolitik bağlamda bakıldığında özellikle Tayvan meselesinde Trump yönetiminin 2018 yılı içinde Tayvan Seyahat Anlaşması dahil olmak üzere birtakım anlaşmaları onaylaması Çin tarafından derin bir endişe ile karşılandı. Washington bu yaklaşımı ile Tayvan’a verdiği resmi desteği teyit ederken, Çin bu adımları bir çevreleme (containment) olarak algılıyor. Öte yandan ABD’nin Tayvan’a 2 milyar dolarlık silah satışına hazırlanması durumu içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Çin yayınladığı “yeni dönemde Çin’in ulusal savunması” isimli beyaz kitapta Tayvan’ın Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulayarak askeri seçeneklerin masada olduğunu tekraren belirtiyor. Cinping’in bu sene içerisinde Tayvan’a yaptığı çağrıda ana kara ile birleşme konusunda “bir ülke iki sistem” modelinin benimseneceğini de belirtmesi bir başka tartışmaya neden olmuş durumda. Bu model halihazırda Hong Kong ve Macau’da kullanılıyor. Ancak verimliliği konusunda birçok soru işareti bulunuyor.
Öte yandan nisan ayından bu yana suçluların iadesi yasasının protesto edilmesi ile başlayan Hong Kong’daki olaylar, merkezi hükümete yönelen büyük gösterilere dönüşmüş durumda. Çin tarafında Hong Kong olaylarının dışardan manipüle edildiğine duyulan inanç kristalleşirken Çin dışişleri bakanlığı, ABD’li yetkilileri Hong Kong’daki protestoların arkasında olmakla suçladı ve “kirli ellerini” bölgeden çekmeleri tavsiyesinde bulundu. Hong Kong’daki olayların giderek kaotik bir hal almasının ardından Çin’in Hong Kong’daki garnizon yasasına dayanarak ordunun müdahale edebileceği imasında bulunması ise tansiyonu iyice yükseltmiş durumda.
Kuşak ve Yol girişiminin güvenliği
ABD ile Çin arasında yeni boyutlar kazanarak küresel ekonomiyi de tehdit eder hale gelen ticaret savaşları devam ederken, tarihteki en iddialı altyapı projesi olarak adlandırılan ve dünya nüfusunun yüzde 65’i ve küresel GSYİH’nın yüzde 40’ı dahil olmak üzere 68’den fazla ülkeyi kapsayan Kuşak ve Yol Girişimi ise bir başka çatışma alanı. Söz konusu projenin ülkelerin kırılgan ekonomileri ve zayıf altyapılarından yola çıkıp diğer güvenlik açıklarını da ele alarak Çin’in dış politikasında “inşacı” ve “emperyal” bir tasarıyı hedeflediği iddia ediliyor. Rusya ve özellikle İsrail bile projeye yatırım yapmaya devam ederken uzmanlar Kuşak ve Yol girişiminin ekonomik ve politik anlamda bir “oyun değiştirici” (game-changer) olabileceğini kabul ediyorlar. Batı basınında ise Kuşak ve Yol ile ilgili “borç tuzağı diplomasisi” (debt trap diplomacy) başlıklı yazılar çıkıyor. Bu yazıların temel varsayımı Çin’in kırılgan ekonomilere sahip ülkelere borç verip daha sonra bu borcu ödeyemeyeceği noktada ülkedeki projeleri tamamen satın aldığı yönünde.
Kuşak ve Yol girişiminin uygulanması ciddi bir güvenlik maliyetini de beraberinde getiriyor. Kuşak ve Yol Girişiminin ana hatlarına bakıldığında Mackinder ve Mahan’ın ünlü stratejilerini aynı potada erittiğini söylemek mümkün. Mackinder’in "Avrasya’ya (heartland) hakim olan dünyaya hakim olur" ve Mahan’ın "Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur" düsturları Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi içerisinde yer alan karada “İpek Yolu Ekonomik Kuşağı” ve denizde “21. Yüzyılda Deniz İpek Yolu” konsepti ile uyumlu görünüyor. Ancak söz konusu projenin güvenliği konusunda özellikle Güney Asya’da ciddi bazı tehditlerin ortaya çıktığı görülüyor.
ABD ve Çin arasında devam eden kuşatma mücadelesinde bir diğer önemli bağlam ise ideolojik boyutta. Çin özel bir takım faktörlerin de etkisi ile tarihin en ayrıcalıklı yükselişini yaşarken kapitalist sistemin bir parçası gibi hareket etmesi, yaşanan ideolojik çelişkinin üzerini örtüyor. Liberal ekonomik düzenin yaşadığı bu kırılgan ve parçalanmaya dönük dönem aynı zamanda uluslararası güvenlik açısından bir problem halini almış durumda.
Hegemonik bir çatışmaya doğru mu?
Robert Gilpin “Hegemonik Savaş Teorisi” isimli makalesinde hegemonik çatışmanın "ekonomik" yönünün altını çizer. Ona göre bir alt devletin gücü orantısız şekilde büyümeye başlarsa yükselen devlet, sistemdeki baskın veya hegemonik devletle çatışır. Bu iki devlet ve müttefikleri arasında devam eden mücadele, sistemin çift kutuplu olmasına neden olur. Ancak teorik düzlemde ortaya konulan varsayımların tarihsel pratikler karşısında nasıl bir seyir izleyeceği tartışılmayı hak ediyor.
Burada orantısız bir şekilde büyüyen gücün Çin olduğunu varsayarsak yerleşik gücün de ABD olduğunu kabul edebiliriz. Ancak burada hangi gücün revizyonist ve hangi gücün statükocu olduğunu belirlemek zor görünüyor. Çin’in revizyonist olduğu iddia edilse de uzmanlar ABD’nin uluslararası düzen içerisindeki tavırlarının ve Çin’i kuşatmaya dönük hamlelerinin “daha revizyonist bir eğilim” taşıdığı konusunda yorumlarda bulunuyorlar.
Hegemonik düzenlerin değişimi üzerine yakın bir zamanda yazılmış olan bir başka önemli eser ise Graham Allison’ın “Thucydides Tuzağı” adlı kitabı; yükselen bir güç ile yerleşik bir güç arasındaki savaşın “güç ilişkileri dengeye geldiği zaman” muhtemel olacağını öne süren Allison da Gilpin ile benzer görüşleri ortaya koyuyor. Allison kitabında tarihte gerçekleşen benzer çatışmaları incelerken bu durumun daha önce on altı kere gerçekleştiğini ve sadece dördünde “çatışma” olmadan bir hegemonik güç geçişi sağlandığını belirtiyor. Ancak dünya tarihsel olarak koşulların tamamen farklılaştığı ve savaş kavramının ciddi bir dönüşüme uğradığı yüksek teknolojili bir bilgi çağına doğru giriyor. Bu nedenle söz konusu hegemonik çatışmanın da farklılaşmış bir seyir izleyeceği yorumu yapılabilir.
Günümüzdeki var olan duruma gelirsek, liberal ekonomik düzeni domine ettiği kabul edilen ve bu bağlamda kurduğu hegemonyasını özellikle Sovyetlerin dağılmasından sonra tahkim eden ABD’nin son zamanlarda ciddi bir meşruiyet krizi içerisine girdiğinin söylemek mümkün. Küresel siyasette keskinleşen ilişkiler ve mevcut konjonktürel durum Çin ve Rusya’yı birbirine yakınlaştırırken aynı zamanda ABD karşıtı güçlü bir blokun oluştuğu görülüyor.
Burada uluslararası güvenlik açısından akla gelen ilk soru Çin “revizyonist” bir ülke olarak ortaya çıkabilir mi? Bundan sonra sorulması gereken soru ise yükselen güç ile yerleşik güç arasında bir “çatışma” yaşanır mı?
Çin “çekingen ve son derece ihtiyatlı” bir yaklaşım içerisinde hareket ediyor. Her ne kadar Şi Cinping dönemi ile beraber iddialı bir eğilime sahip olsa da ABD ile ilişkisinde geniş bir manevra alanına sahip değil. Bununla beraber hala yapay zeka gibi yüksek teknoloji gerektiren alanlarda muhataplarının gerisinde bulunuyor. Bu nedenle kuşatılmaya dönük tavizsiz bir tavır takınırken düşük yoğunluklu bir profil çizmeye de dikkat ediyor.
Bu nedenle her ne kadar askeri yatırımlara sahip olsa da sıcak çatışmalara mesafeli bir tutum takınmaya devam edecektir. Çin, mevcut uluslararası sistem içerisinde Çin yükselişinin mümkün ve kolay olduğunu düşündüğü için zaman kazanmaya yönelik hamleler yapmak istiyor.
Öte yandan Trump’ın göreve gelmesinin ardından yaptığı açıklamalar ve ortaya koyduğu eylemler ABD’nin geçmişte oluşturduğu ve desteklediği çok taraflı kurumlara yönelik coşkusunu büyük ölçüde azaltmış olduğunu gösteriyor. Trump, korumacı, popülist ve iddialı bir ABD dış politikasına doğru keskin bir dönüş yapmış görünüyor. Bu dönüş bir yandan içeride yapılanmayı hedeflese de diğer yandan küresel hegemonya açısından da bir yapılanmaya işaret ediyor. Çin ve Rusya’yı “stratejik rakipleri” olarak tanımlayan bu yaklaşım ticaret savaşlarından Tayvan’a silah satışına kadar farklı alanları içeren bir “kuşatma” girişimine dönmüş görünüyor.
Sonuç olarak ABD ve Çin arasında yaşanan bu sistemik gerilimler Güney Çin Denizi gibi ihtilaflı alanlarda yaşanabilecek olası tetiklenmeler sonrasında sıcak bir çatışmaya da dönebilir. Ancak ABD’nin kuşatma çabalarına karşılık Çin’in karşı karşıya gelmekten kaçınan düşük profilli duruşu ve “çatışmayı” zamana yayma hamleleri uzun süre daha sistem düzeyinde yaşanacak bir gerilmeye işaret ediyor.
[ABD-Çin ilişkileri ve Çin’in dış politikası alanlarında yoğunlaşan Hüseyin Korkmaz Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir]