Brexit sonrası Avrupa’nın diplomatik psikanalizi
İngiltere Avrupa’nın düzen ve istikrarı için gerektiğinde ABD, Rusya ve Çin gibi ülkelerle diplomatik temaslara girmekten de çekinmeyecektir. Bu kapsamda, AB’den ayrılmış olmakla birlikte, gerekli özverilerde bulunmaya da devam edecektir.
İstanbul
Avrupa Birliği (AB) bu zamana kadar genişlemeye yönelik krizlerini kendi iç dinamikleri içinde çözmeyi başarırken, Brexit süreciyle ilk defa karşılaştığı küçülmeye yönelik girişimin yönetilebilirliği ve birliğin sürdürülebilirliği hususunda hayati bir sorunla karşı karşıya kaldı. Bu yazıda İngiltere’yi Brexit’e götüren nedenler ve AB üyesi iki büyük ülkenin yeni sürece uyumu, ülkelerin tarihsel geçmişleri dikkate alınarak analiz edilmeye çalışılacaktır.
Gelecekte varlığını ve statükoyu koruma gayretinde, esnek bir AB’den bahsedeceğiz. İngiltere kurnazca ABD, AB, Rusya ve Çin denkleminde uluslararası barışa katkı sağlayan, Almanya üzerine binen yükü taşımaya çalışan, Fransa ise rol çalmaya uğraşan bir ülke olarak uluslararası diplomaside yerlerini alacaklar.
Ulusal burjuvazisi ile parlamenter sisteme yönelik ilk girişimlerin öncülü olan İngiltere, kıta Avrupası ülkelerine göre demokratikleşme sürecine daha erken girdi. Bu durum doğal olarak İngiltere’yi aklıselim statüsüne çıkartarak Avrupa’nın karşılaştığı bütün büyük sorunların çözümünde onun müdahalesini zorunlu hale getirdi. Kıtadan müstakil bir ada devleti olmasının da bu konumuna önemli bir katkı sağladığı söylenebilir.
İngiltere sahip olduğu bu doğal güçleri nedeniyle, Avrupa içinde -kendisi de dâhil- hiçbir ülkenin mutlak bir güç olmak suretiyle kıtaya hâkim olmasına müsaade etmedi. II. Dünya Savaşı sonuna kadar devam ettirdiği bu misyonunu, zamanın verdiği yorgunluk ve maddi külfetler nedeniyle, kısmen kendi ruhundan var olan ABD’ye devretmek zorunda kaldı. Akabinde yüzlerce yıldır dışarıdan kontrol etmek zorunda kaldığı Avrupa’nın oluşturduğu birliğin içine girmek suretiyle, kendisini de bir kıta Avrupa ülkesi olarak tescil ettirdi.
Uluslararası sistemin yönetimsel dönüşümünden istifade eden İngiltere, yeniden bağımsız bir aktör olarak bu sistemde yer almak için Brexit sürecini başlattı. Tasarlanmış olmasa bile, pandemi sürecinin hayata kattığı yeni değerler, İngiltere’nin Brexit sürecine girmesinin ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oldu.
İngiltere
Askeri müdahale unsurlarının -caydırıcılık hariç- büyük güçler tarafından kullanılmasının arzu edilmediği, bu tip müdahalelerin bölgesel ülkelere devredildiği günümüz uluslararası ilişkilerinde, uluslararası ekonomik güç temelli akıl oyunları tam da İngiltere’nin istediği bir düzeni ortaya çıkardı.
Bugün 2,4 milyar insanın yaşadığı, devasa bir ekonominin var olduğu, 80’den fazla kuruluşla desteklenen ve 54 ülkeyi -eyalet ve küçük ada devletleri dâhil- kapsayan İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) İngiltere’nin önderliğinde kalkınma, barış ve demokrasi adına politika üretmekte.
Tarihsel hazinesini inzivaya çekildiği dönemlerde bile korumayı başaran İngiltere, yeni döneme de kendisinden beklendiği üzere sükûnetle uyum sağlayacaktır. Bu nedenle İngiltere halihazırda uluslararası gündemin en yoğun olduğu bölge ve olaylara ilişkin çok somut ve gidişatı etkileyici müdahalelerde bulunmaktan imtina etmekte.
Bu zamana kadar ABD ile düşünsel anlamda çok ciddi tezatlar yaşamayan İngiltere’nin, bundan sonraki süreçte de bu ilişki düzeyini korumak suretiyle, “akil ülke” konumunu kabullendirme girişimlerine devam edeceği aşikârdır. Avrupa’nın düzen ve istikrarı için gerektiğinde İngiltere ABD, Rusya ve Çin gibi ülkelerle diplomatik temaslara girmekten de çekinmeyecektir. Bu kapsamda, AB’den ayrılmış olmakla birlikte, birliğin varlığı ve bekası için gerekli özverilerde bulunmaya da devam edecektir. Avrupa’nın ortak dış ve güvenlik politikalarına destek verecek, hatta gerekirse Macron’nun talep ettiği üzere, Avrupa Güvenlik Konseyi gibi yapılanmalara da sıcak bakabilecektir. Zira İngiltere her ne kadar bölgesel aktörlerin değil küresel aktörlerin bir unsuru haline gelse de, kıtanın istikrarını bozacak her husus artık İngiltere için enerji harcayacağı yeni bir meşguliyet olacaktır. Sonuçta İngiltere bir taraftan birliğin mali ve diplomatik yükünden kurtulacak, diğer taraftan da savunması zayıflayan AB’yi kendine daha fazla bağımlı hale getirecektir.
Yeni misyonu gereği uluslararası sistemde kalkınma, barış ve demokrasi için mücadele eden İngiltere, sorunları savaşla değil diplomasiyle çözmeyi öncelikli kılacak yöntemleri kullanacaktır. Hatta bu akil ülke sıfatıyla, çatışma ve savaşlarla sağlanabilecek büyük kazanımları “beş çayı sohbetlerinde” elde edebilecek ve muhataplarını da muhtemelen masaya oturan, kendine göre mutedil denilebilecek insan ve devletlerden seçecektir.
Elbette ki bu stratejinin uygulanmasını ve kabulünü zaman gösterecek. Kıta içindeki ülkelerin yakın bir zaman önce eşitlerinden biri olarak gördüğü İngiltere’nin yakın bir gelecekte kendilerine koruyuculuk yapmasına nasıl ve ne kadar müsaade edeceklerini hep birlikte göreceğiz. Ama şurası açık ki İngiltere şu an dünyanın en popüler kriz merkezlerinden olan Doğu Akdeniz ve geniş Orta Doğu’daki Mısır, İsrail, Ürdün, Irak, Arap ülkeleri, Sudan, Somaliland ve Güney Kıbrıs’ta -ki bu ülke halihazırda Commonwealth üyesidir- diplomatik olarak en etkin ülkelerden biridir. Bu itibarla, mevcut krizler üzerindeki suskunluğu bu coğrafyalardaki güçsüzlüğü şeklinde yorumlanmamalıdır.
Almanya
Ekonomi ve sanayisiyle AB’nin motor gücü olan Almanya ise tarihten aldığı derslerle, varlık ve bekasının tek garantisinin istikrarlı bir Avrupa olduğunun farkındadır. Brexit ile birlikte AB içindeki sorumluluklarının arttığının bilincinde olan Almanya, bundan böyle birliğin sadece ekonomisini değil aynı zamanda hassas diplomatik ilişkilerini de üstlenmek zorunda kalacak. Bu geçiş döneminde ve sonrasında diplomasi masasında İngiltere’nin kendisini yalnız bırakmayacağını bilmekle birlikte, birlik içindeki mücadeleleri genel itibarla tek başına yönetmeyi de öğrenecektir.
Bu yeni sorumluluklar, Almanya’ya birliği korumak adına ABD ve Rusya arasında yeni diplomatik girişimler gerçekleştirmeyi ve AB içindeki bireysel çıkışları kontrol etmeyi öğretecektir. Diğer taraftan Kuzey Akım-2 doğalgaz hattı, Libya, Ege ve Doğu Akdeniz’deki sorunlarda olabildiğince temkinli davranacaktır. Balkanlar ve Doğu Avrupa ise hassasiyetle yaklaşması gereken bölgelerin başında gelecektir. AB’nin yakın coğrafyasında cereyan eden sorunların sıcak bir çatışmaya dönüşmesi birlik içinde en fazla Almanya’yı etkiler. Pandemi süreciyle birlikte ekonomi ve siyaset yönetiminin zorlaştığı bir dönemde, sıcak çatışmaya dönüşecek her girişimin maliyetini en fazla Almanya ödemek zorunda kalacaktır. Bu nedenle, statükonun korunması yönünde, gerektiğinde dostlarına sükûneti, dostane ilişkiler içinde olmadığı ülkelere de itidali tavsiye edici bir rol üstlenmeyi de ihmal etmeyecektir.
Almanya’nın Balkanlar ve Doğu Avrupa’da ABD ile karşı karşıya geldiği dönemde İngiltere’nin nasıl bir tutum içinde olacağı Almanya için ziyadesiyle önemli olacak. ABD’nin Berlin büyükelçileri ile bizzat zorladığı Almanya, bölgesel politikalarda ensesinde bariz bir ABD baskısı hissetmeye başladı. ABD’nin bir kısım askerlerini Almanya’dan çekmesi ve bir kısmına da Polonya’ya konuşlandırması Almanya’yı hem savunma harcamalarında zorlayacak hem de stratejik olarak zayıflatacaktır.
Netice itibariyle, Almanya Brexit sürecinde yoğun ekonomik ve diplomatik sorunlarla mücadele edecektir. Birliğin içinde veya sınırlarında çıkacak çatışmalardan mümkün olduğunca korunmayı tercih edecek ve her ne kadar sessiz kalsa da İngiltere’nin desteğine ihtiyaç duyacaktır.
Fransa
Köylüler üzerine inşa edilmiş bir aristokrasi devleti olan Fransa, 1789 ihtilaliyle başlattığı dönüşüm sürecini başarıyla tamamlayamamış bir ülke olarak, AB’nin üç büyüklerinin en zayıf halkasıydı. Tarım destekli ekonomisiyle AB içinde yüklendiği önemli bir misyonunun olmaması Fransa’nın en büyük çıkmazlarından birisiydi. Brexit süreciyle birlikte kartların yeniden dağıtılması söz konusu olduğunda, kendisine birlik içinde yeni bir tanımlama yapma fırsatını yakalayan Fransa’nın içinde bulunduğu bu sabırsızlık, politik çıkışlarında da net olarak görülmekte. Yüz yılda bir gelen fırsatı kaçırmak istemeyen Macron açısından, bu normal karşılanması gereken bir psikolojidir.
Brexit sonrası AB içindeki istikrar gerekliliğini dikkate almayan Fransa’nın, İngiltere’den boşalan görev ve sorumlulukların talibi sıfatıyla, tarihsel ve güncel bağlarının olmadığı bölge ve olaylarda ana aktör sıfatıyla ön plana çıkması şaşkınlıkla karşılanıyor. Bu çıkışları, tarafı olduğu sorunların çözümünden ziyade, kendisinde vehmettiği güçten kaynaklanıyor. Bu durumun kendisini birlik içinde ve uluslararası politikada bir üst seviyeye taşıyacağını düşünen Macron’un tarihî figürler içinde öyküneceği tek şahsiyet belki de Napolyon’dur.
Fransa’nın eski sömürgeci günlerine dönme gayretinden bahseden görüşler olsa da, halihazırda mevcut ekonomik ve siyasi yapısıyla böyle bir durumun gerçekleşmesi bir tarafa, AB içinde bir lider olma ihtimali dahi teknik ve teorik olarak mümkün görünmüyor. Uluslararası camiada kısa dönemde “heves alma” şeklinde yorumlanıp sessizce seyredilen Macron’un bu diplomatik ataklarının orta vadede bir karşılık bulmayacağı aşikârdır.
Diplomatik cüretkârlıkları ile AB’ye yeni bir dış güvenlik ve savunma stratejisi geliştirmeye çalışan Macron’un bunu yapmaya yetecek siyasi ve ekonomik gücünün olmaması, Fransa’yı suni sorunların tetikçisi bir ülke olmaktan öteye taşımayacaktır.
Türkiye
Türkiye’nin ise karşılaştığı bölgesel sorunların çözümünde İngiltere’yi de masada görmesi muhtemeldir. Sorun yaşadığımız ülkelerle bir de “İngiliz anahtarını” kullanmak suretiyle diplomasi yapıp yapmayacağımızı zaman gösterecek. Almanya ise en azından içinde bulunduğumuz süreç içinde Türkiye’ye daha yakın bir pozisyonda olacaktır. Bilhassa Balkanlar ve Doğu Avrupa politikalarında uluslararası dengelere karşı Almanya ile bölgesel işbirlikleri yapabileceğimiz aklımızın bir köşesinde bulunmalıdır. Fransa ise her ülkenin ulusal ve uluslararası politikada ihtiyaç duyduğu dinamizmi verebilen ülke konumundadır. Bu açıdan Macron, Türk dış politikasını diri tutan, ancak gereğinden fazla ciddiye alınmaması gereken bir kişi olarak kabul edilmelidir.
Netice itibariyle
Gelecekte varlığını ve statükoyu koruma gayretinde, esnek bir AB’den bahsedeceğiz. İngiltere kurnazca ABD, AB, Rusya ve Çin denkleminde uluslararası barışa katkı sağlayan, Almanya üzerine binen yükü taşımaya çalışan, Fransa ise rol çalmaya uğraşan bir ülke olarak uluslararası diplomaside yerlerini alacaklar.
İngilizler Kraliçe’nin sağlığına dua etmeye, Almanlar yeni bir Bismarck aramaya, Fransızlar ise “çağdaş Napolyon’un” peşinden koşmaya devam edecek gibi görünüyor.
[“Korsanlıktan Siyasal İslam'a: Cezayir'de Sosyal ve Toplumsal Değişim” ve “Kalanlara Gurbet Gidenlere Memleket Rumeli (Makedonya Türkleri)” kitaplarının yazarı olan Ali Maskan çalışmalarını sömürgecilik ve Afrika ile Balkanlar alanlarında sürdürmektedir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.