İngiltere’nin Brexit sonrası Körfez ve Orta Doğu politikaları: Sınırlar ve fırsatlar
İngiltere’nin AB "yükünden" kurtulması ve ABD’nin yükü paylaşma isteği dolayısıyla genel olarak Orta Doğu, özellikle de Körfez ülkeleriyle ilişkilerini daha da güçlendireceği öngörülebilir.
İstanbul
Brexit ile ortaya çıkan tartışmalara bakıldığında, özellikle ekonomik açıdan beklentiler, İngiltere’nin çeşitli maliyetler yüklenmek zorunda kalacağı yönündeydi. Doğrudan Avrupa pazarından ve Avrupa Birliği (AB) ile üye olmayan devletler arasındaki ticari anlaşmalardan mahrum kalma ihtimalleri bu söylentileri destekler nitelikte göründüğü için İngiltere’nin yeni ticaret anlaşmaları yapmaya ve var olan ortaklıkları revize etmeye yönelmesi en muhtemel senaryo olarak sunuluyordu. Brexit sonrası İngiltere’nin dış politikasında yaşanan gelişmeler bu tahminleri doğrular nitelikte oldu. Mesela, Körfez ülkelerine yönelik atılan adımların yanı sıra Türkiye dahil 60 kadar AB üyesi olmayan ülkeyle ticaret anlaşmaları imzalaması ve hatta Asya-Pasifik bölgesine yönelik Trans-Pasifik Ortaklığı Ticaret Paktı’na (CPTPP) üye olmak için başvuru yapması buna örnek olarak gösterilebilir.
Diğer bir taraftan askeri olarak İngiltere’nin Körfez’deki varlığını artırmaya yönelik Bahreyn’de daimî deniz üssü, Umman’da askeri lojistik ve eğitim tesisi açması ve Almanya gibi ülkelerin silah satışını sınırladığı Suudi Arabistan’la 48 adet savaş uçağı satışını içeren anlaşmalar yapması göze çarpıyor. Soğuk Savaş sonrası artan enerji ihtiyacı ve kaynakların sınırlılığı sebebiyle İngiltere’nin net enerji ithalatçısı konumuna gelmesi ve Brexit sonrası yaşanabilecek ekonomik sıkıntılar sebebiyle Körfez ülkelerinin güvenliğinin sağlanmasının Orta Doğu’da sürekli tırmanan gerilim ortamında enerji güvenliği açısından hayati önem taşıdığı ve bu yüzden bahsi geçen adımların atıldığı yorumları yapılmaktaydı. Konuyla ilgili bir diğer hâkim görüş ise, Barack Obama’nın başkanlığı döneminde ABD’nin dış politikada öncelik alanının Asya-Pasifik bölgesine kayması sonucu Orta Doğu’da oluşan güç boşluğundan dolayı bölgeye gelen Rusya, etkinliği artan İran ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin yarattığı tehdide karşı Körfez ülkelerine liderlik yapma misyonunu İngiltere’nin üstlenmek istediği şeklindeydi. Ancak bu iki yorumun da başlangıç noktası yine Brexit sonrası İngiltere’nin ekonomik olarak kendisine alan açma arayışıyla ilişkilendirilmekte.
Elbette yapılan yorumlar, öne sürülen sebepler ve ortaya çıkan sonuçlar, derinleşen Körfez-İngiltere ilişkilerini bir dereceye kadar açıklayabiliyor. Ancak konuya yönelik daha geniş bir perspektiften alternatif bir analiz ortaya koymak da mümkün. İngiltere’nin AB’nin ilk adımlarından biri olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üyeliğinden itibaren Brexit’e kadarki süreçte diğer üyelerden farklı bir tutum içinde hareket ettiği gözlemlenebilir. Ortak para birimi kullanımına dahil olmaması, Schengen bölgesine katılmaması, Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP) çerçevesinde alınacak kararların oybirliğiyle alınması konusunda kesin olarak aldığı pozisyon veya bunların aksine ortak pazara dahil olmakta tereddüt etmemesi örnek gösterilebilir. Yani kontrolü dahilinde olmadan gelişebilecek olayların önüne geçerek bir yandan egemenliğinden minimum düzeyde taviz vermeye çalışırken diğer yandan Birliğin sağladığı ekonomik imtiyazlardan faydalanmayı amaçladığı anlaşılıyor. Avrupa’da tarihsel olarak durduğu bu özgün/farklı zemine ek olarak İngiltere, sömürgeci geçmişi sebebiyle de Körfez ülkeleriyle diğer Avrupa devletlerine göre daha farklı bir konuma ve ilişkiye sahip.
İngiltere’nin bölge politikalarında ABD varlığı belirleyici bir değişken
Diğer taraftan İngiltere’nin pozisyonundaki bir başka belirleyici faktör ise ABD’nin bölgeye yönelik yaklaşımıyla ilgili. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası özellikle Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Avrupa ülkelerini krizle baş başa bırakmış olması İngiltere’ye, birlik çatısı altında bunun gibi yeni bir krize karşı hazırlıklı olmayı gerektirdiğini düşündürerek OGSP’nin kurulmasına öncülük etmesine sebep oldu. Devam eden süreçte ise George W. Bush başkanlığında ABD’nin Irak’ı işgal ettiği dönemde süper gücün bölgeye yeniden dönmesiyle AB içinde yoğun savaş karşıtı söyleme rağmen ABD ile birlikte hareket etti. Obama döneminde ise ABD’nin stratejik ortaklarına yönelik savunma konusunda daha fazla maliyet yüklenmeleri için yaptığı yoğun baskı ve ortaya çıkan bölgesel krizlerle müttefiklerini tekrar baş başa bırakması, İngiltere açısından pozisyon alınması gereken bir durum olarak görüldü. Özellikle Libya’da AB’yi es geçerek Fransa ile Kaddafi’ye karşı muhalefeti NATO çatısı altında yapılan bir operasyonla desteklemeye yönelik çabası sonuç verdi. Ancak operasyon sonucunda Kaddafi yönetimi devrildiği halde Amerikan varlığı olmadan Libya’da istikrarı sağlamak mümkün olmadı. Yine Ukrayna’da ABD olmadan Rusya’nın Kırımı ilhakına kadar varacak olan olaylar engellenemedi ve aynı şekilde Suriye’de DEAŞ’a karşı ABD liderliğinde bir koalisyon ile operasyonlar yapılsa da sorunun esas kaynağı olan Esed rejimine karşı aksiyon alınamadı. ABD’nin bu krizlere doğrudan müdahil olmayacağı anlaşıldığı için İngiltere krizlere karşı AB ile paralel olarak eylemsizlik uyguladı ya da bazı ekonomik yaptırımlara dahil oldu.
Ancak aynı zamanda ABD’nin yokluğunda açılan alanı değerlendirip Brexit öncesinde özellikle Körfez ilişkilerini daha da derinleştirmeye başladı. Bölgede artan güvensizlik Körfez ülkeleri açısından da bir güvenlik ihtiyacı doğurdu. Bu nedenle İngiltere 2014 yılında Bahreyn’de bir deniz üssü kuracağını duyurdu. Buna paralel olarak Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) El-Minhad hava üssünü kendi hava unsurlarına uygun hale getirmek için çalışmalara başladı. Ayrıca ekonomik alanda ilerleyen ilişkiler, 2010 yılından 2016 yılına gelindiğinde Körfez ülkeleriyle olan ticaret hacminin yaklaşık 2,5 katına çıkmasını sağladı. Yani İngiltere hem AB’den bağımsız olarak kendine alan açtı hem de normalde ABD’nin koruması altında olan bir bölgede ekonomik ve askeri olarak etkisini artırmış oldu. Bütün bu bölgesel krizler aynı zamanda Avrupa açısından gerek enerji güvenliği gerek terör gerekse göç gibi konularda ciddi sorunlar üretti. Trump döneminde de benzer bir durum devam etti. Hatta ABD, AB’nin şiddetle desteklediği İran nükleer anlaşmasından çekildi. Bu durum AB açısından İran tehdidinin daha da artacağı, diğer bir deyişle bu tehditle yine burun buruna kalacağı şeklinde değerlendiriliyor.
Derinleşen İngiltere-Körfez ilişkilerinin sebepleri
ABD’nin bu yaklaşımının getirdiği sonuçlar aslında Brexit’in neden maliyetli bir yol olmaktan çıktığını ve İngiltere’nin Körfez’le derinleşen ilişkilerinin sebeplerinin neler olduğunu açıklıyor. Her ne kadar İngiltere ile AB’nin yolları resmi olarak ayrılsa da bulundukları bölgenin jeopolitiğinin değişmediği birçokları tarafından dile getiriliyor. Tam da bu nedenle halihazırda bölgesel sorunlara karşı yalnız ve hareket kabiliyeti epey düşük olan Avrupa ülkelerinin İngiltere gibi özellikle güvenlik konusunda Birliğin en güçlü iki devletinden birinin ayrılık kararını cezalandırmak gibi bir yola gitmeyecekleri tahmin edilebilir bir sonuç. Ek olarak İngiltere birçok üye ülkeden farklı olarak ABD ile olan ilişkilerini AB’ye borçlu değil. Yani AB’nin elindeki pazarlık gücü İngiltere’nin AB’ye karşı sahip olduğundan daha az. Bu doğrultuda geçtiğimiz günlerde AB-İngiltere arasında devam eden pazarlıkların sonucunda karşılıklı imtiyazların sadece uygulanış biçiminde yapılan değişikliklerle devam edeceği görüldü. Hatta taraflar birbirlerine iyi niyet ve daha fazla işbirliğine yönelik sözlü taahhütler sunmaktalar. İngiltere böylelikle üye olmayan ülkelere yönelik ilişkilerinde AB’nin bağlayıcı hükümlerinin çizdiği sınırlar olmadan ilişki geliştirebilecek, aynı zamanda AB ile ekonomik ilişkilere minimum zararla devam edebilecektir.
Bütün bu süreç göz önüne alındığında, derinleşen İngiltere-Körfez ilişkileri sanıldığının aksine Brexit’in bir sonucu değil aslında Brexit’le birlikte ABD’nin bölgeden çekilmesinin yarattığı fırsatlardan biri olarak yorumlanabilir.
Bu ilişkilerin geleceğine bakılacak olursa, Biden’ın seçim kampanyası ve seçildikten sonraki söylemleri ABD’nin geleneksel müttefikleriyle ilişkilerini tekrardan düzelteceği yönünde sinyaller veriyor. Ancak bu sinyaller Obama’nın başkanlığı döneminde karşılaşılan neo-liberal söylemlerle benzerlik gösteriyor.
ABD’nin uluslararası kurumlar aracılığıyla bölgesel krizlere karşı ortaklarını maliyet yüklenmeye zorladığı bir senaryoda İngiltere’nin Körfez ülkeleri ve AB üyesi olmayan Türkiye ve Mısır gibi ülkelerle ilişkilerinin daha da derinleşeceği öngörülebilir.
Çünkü Biden’ın tıpkı Obama döneminde olduğu gibi İran’a nükleer anlaşma karşılığında havuç vereceği senaryoda İran’ın bölgedeki etkinliğinin artması ve özellikle Türkiye’ye ve Körfez ülkelerine tehdit oluşturması hayli muhtemel.
Ancak bu durum İngiltere’nin bölgeye 1971 öncesi gibi liderlik yapma hevesleriyle geri döneceği anlamına gelmiyor. İngiltere sadece değişen koşullara göre maliyetlerden olabildiğince kaçınarak etki alanını genişletmeye çalışıyor.
Sonuç olarak; İngiltere’nin AB "yükünden" kurtulması ve ABD’nin yükü paylaşma isteği dolayısıyla genel olarak Orta Doğu, özellikle de Körfez ülkeleriyle ilişkilerini daha da güçlendireceği söylenebilir.
Bunun yanı sıra önemli bölgesel aktörler olan Türkiye veya Mısır gibi ülkelerle de yeni işbirliği kapıları açılacaktır. Yine de bölgede Körfez ülkeleri gibi demokrasi dışı yönetimlerin altında ortaya çıkabilecek bir toplumsal olay bütün öngörüleri boşa çıkarabilir ve herkesi bambaşka bir senaryoyla karşı karşıya bırakabilir.
[Leeds Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktora çalışmalarına devam eden Muhammed Çağrı Bilir uluslararası ilişkiler teorileri ve Avrupa Birliği (AB) güvenliği üzerine araştırmalar yapmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.