Macron’un Libya hezimeti ve Türkiye tepkisinin jeopolitik arka planı
Macron’un Rusya üzerinden kurmaya çalıştığı oyunun Türkiye boyutu çok net: Türkiye ve Rusya’yı Libya’da karşı karşıya getirmek suretiyle önce Libya’da, akabinde ise Suriye üzerinden Orta Doğu’da ve Akdeniz’de tekrar etkili bir aktör olmak.
İstanbul
Libya’daki iç savaş, Türkiye-Fransa arasındaki krizin yeni adresi olarak karşımıza çıkıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Türkiye’nin hâlihazırda Libya’da tehlikeli bir oyun oynadığını ve Berlin Konferansı’nda üzerine aldığı taahhütleri ihlal ettiğini çok net bir şekilde bildirme imkânına sahip oldum. Türkiye’nin Libya’da üstlendiği role müsaade etmeyiz” şeklindeki ifadesi, iki ülke arasındaki bunalımı daha da arttırmış vaziyette. Nitekim Macron’un bu açıklamasına Ankara vakit geçirmeden şu cevabı verdi: “Macron’un ülkemizin ilgili Birleşmiş Milletler (BM) kararları çerçevesinde ve talebi doğrultusunda Libya’nın meşru hükümetine verdiği desteği ‘tehlikeli bir oyun’ olarak tanımlaması ancak akıl tutulmasıyla izah edilebilir”.
Libya’da Türkiye ve Mısır arasında olası bir savaş, bu açıdan Fransa’nın en büyük arzusunu oluşturuyor. Böylesi bir savaşın yol açacağı istikrarsızlık dalgası, Avrupa’yı Fransa’ya askeri-güvenlik boyutuyla daha bağımlı kılacak. Fransa bundan ötürü ABD, Almanya ve Rusya ile farklı ilişkiler kurmak suretiyle manevra alanını genişletmeye çalışıyor. Türkiye’yi bu ülkeler nezdinde de bir tehdit olarak lanse etmeye çalışması bu açıdan anlamlı.
Buradaki “akıl tutulması” vurgusu, öyle anlaşılıyor ki, gelişigüzel kullanılmış bir ifade değil. Zira Macron’un söz konusu ortak basın toplantısında sözü NATO’ya getirmesi ve “Türk-Fransız deniz kuvvetleri arasında gerçekleşen hadise, NATO’nun ‘beyin ölümünün’ kanıtıdır” şeklinde bir ifade kullanması, akıllara Suriye merkezli bir önceki krizi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği cevabı getiriyor. Hatırlanacağı üzere, Türkiye’nin Suriye sınırında gerçekleştirdiği Barış Pınarı harekâtına “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklinde tepki gösteren Macron’a, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Önce sen kendi beyin ölümünü bir kontrol ettir” demişti. Dolayısıyla “beyin-akıl” bağlamında Ankara, Paris’in izlediği politikanın çok da akıllıca olmadığına, bu şekilde Türkiye üzerinde baskı kurma girişimlerinden bir sonuç alamayacağına dikkatleri çekerek Macron’u uyarma gereği duyuyor.
Macron’un Türkiye’yi başta NATO ve BM olmak üzere, uluslararası örgütler/platformlar nezdinde “sorunlu bir aktör”, Avrupa açısından bir “tehdit” konumuna sokma çabalarının yersiz, hukuksuz ve hadsiz bir girişim olduğu sadece Ankara tarafından değil, başka başkentler ve yabancı medya tarafından da dile getiriliyor. Daha da ötesi, Macron’un bu çıkışının altında yatan temel sebep olarak, bölgede Libya merkezli inşa etmeye çalıştığı oyunun çöküşü ve onun altında kalışı gösteriliyor. Bu bağlamda, İngiltere merkezli The Independent gazetesindeki “Fransa Hafter’i o kadar uzun zamandır destekliyor ki şimdi nasıl geri adım atacağını bilmiyor. Hatalarını görmek yerine, tüm sorunlardan dolayı Türkiye’yi suçlamak daha kolay geliyor” şeklindeki tespit, aslında meseleyi büyük ölçüde özetliyor.
Peki, Macron son dönemde niçin Türkiye’yi hedef alıyor? Hedef gerçekten Türkiye mi? Yoksa Türkiye ve Libya üzerinden başka hedefleri mi gerçekleştirmek istiyor? Bu hedefler neler olabilir ve bunları gerçekleştirebilmesi mümkün mü? Fransa bunun için ne tür tezgâhlar peşinde? Macron’un bu politikasına, başta Avrupa Birliği (AB) olmak üzere, diğer aktörler nasıl bakıyor?
Macron Türkiye’yi niçin hedef alıyor?
Öncelikle şu hususun altını çizmek lazım: Fransa Türkiye’yi Macron öncesinde de hedef alıyordu ve bunun temelleri 19. yüzyıla kadar götürülebilir. Mehmet Ali Paşa isyanı akabinde Mısır üzerinden hem Osmanlı’yı hem de İngiltere’yi kendisine hedef olarak belirleyen Fransa’nın temel hedefi, hiç kuşkusuz “Kuzey Afrika Hattı” üzerinden Avrupa-Orta Doğu’da bir güç merkezi olmak ve Avrupa/Batı’nın da liderliğini üstlenmiş büyük bir imparatorluk kurmak idi. Bu hedef, Cebelitarık’tan başlayıp, Süveyş Kanalı üzerinden Aden körfezine kadar uzanan bölgeyi kontrol etmekle eşdeğerdi ve bu aynı zamanda “Akdeniz Havzasını” kontrol etmek anlamına da geliyordu. Fransa’nın bu hedefi hiç kuşkusuz dönemin iki gücünü ciddi anlamda rahatsız etmekteydi: Büyük Britanya İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası. Osmanlı-Rus ilişkilerindeki Hünkâr İskelesi (1833) ile sonrasında Osmanlı-İngiltere arasında imzalanan Balta Limanı (1838) antlaşmalarında bir yönüyle bu Fransız etkisi kendisini göstermekteydi.
Başta İngiltere ile olmak üzere, Avrupalı sömürge imparatorluklarıyla girdiği güç mücadelesinde Akdeniz gücü olmak için Mağrip ülkelerini sömürgeleştirmeye çalışan Fransa’nın, bu bağlamda Fas-Tunus-Cezayir hattını kontrol etmesi önemli bir aşama olmuştur. Fakat Libya ve Mısır bağlamında hedefine ulaşamaması, süreç içerisinde Fransa’yı neredeyse sıradan bir Avrupa devleti haline getirecektir ve bugün olan da budur.
Fransa bu “sıradan bir güç” (amiyane tabirle “etkisiz eleman”) pozisyonundan kurtulup, tekrar “ben de varım” demek istiyor. Bunun için de konjonktürün beraberinde getirdiği fırsattan istifade etmek suretiyle, daha önce yerleşemediği Libya’da köprübaşı edinmeyi ve Mısır’a bir adım daha yakınlaşarak Akdeniz’deki güç mücadelesinde “belirleyici aktör” konumuna yükselmeyi hedeflemekte. Fakat bu o kadar kolay görünmüyor. Zira Akdeniz, değişen jeopolitiği ile başka güçlerin de ilgi alanı içinde ve bu haliyle de yoğun bir güç mücadelesine sahne oluyor.
Akdeniz, yukarıda da ifade edildiği üzere, Orta Doğu-Afrika’nın kontrol edilmesi, dolayısıyla da suyolları-enerji güzergâhları güvenliği, enerji güvenliği (özellikle Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz yatakları) ve Çin’in geliştirdiği “Kuşak-Yol Girişimi” başta olmak üzere, yeni uluslararası sistemi büyük ölçüde şekillendirecek bir bölge olarak karşımıza çıkıyor. Bir diğer ifadeyle “Akdeniz havzası”, “coğrafi keşifler” sonrası kaybettiği bölgesel/küresel güç(leri) belirleyici potansiyeline/rolüne bir kez daha kavuşmuş durumda. Bu bölgeyi kontrol eden, Doğu-Batı arasındaki güç oluşumlarını ve dengeyi de büyük ölçüde belirleyecek ve yeni dünya düzeninin adını, şeklini, çerçevesini büyük ölçüde belirleyecektir. Dolayısıyla Fransa’nın Libya politikasını “Afrika-Orta Doğu-Akdeniz” üçlüsünü içeren politikasından bağımsız düşünmemek gerekiyor. Libya burada sadece Afrika’ya bir giriş kapısı değil, aynı zamanda Orta Doğu’dan dışlanmaya başlayan ve Akdeniz’deki projelerine bir türlü destek bulamayan Paris açısından yeni uluslararası sistemin inşası sürecinde Akdeniz merkezli “Güçlü Fransa”nın dönüşüyle eşdeğer kabul ediliyor.
Fransa’nın Libya politikasının önündeki en büyük engel olarak da Türkiye görülüyor. Türkiye burada bir kez daha “oyun bozucu” ve “oyun kurucu” boyutuyla kritik bir aktör olarak ön plana çıkıyor. Fransa Türkiye’yi burada bir hasım/rakip olarak gördüğü kadar, onu oyununu kolaylaştırıcı, halkanın en zayıf aktörü olarak değerlendiriyor ve bir tehdit/sorun olarak göstermek suretiyle adeta bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor. Bunun için de Türkiye’yi “ötekileştirme” çabalarına hız verdiği anlaşılıyor. Bir “öteki” inşa etmek suretiyle Fransa’nın stratejik yalnızlıktan kurtulma; öncelikli olarak Batı-AB nezdinde kaybettiği itibarı, “büyük güç” statüsünü tekrar kazanma; müdahalelerine ve varlığına bir meşruiyet zemini kazandırma; Afrika’da “istenmeyen adam” pozisyonundan “kurtarıcı” rolüne yükselme; Orta Doğu-Akdeniz-Afrika’da çıkarlarına engel gördüğü Türkiye’nin ilerleyişini engelleme ve son olarak başarısızlıklarına bir “günah keçisi” bulma peşinde olduğu görülüyor.
İlk fiyasko: “Akdeniz Birliği” projesi
Türkiye-Fransa ilişkilerine son dönemde Suriye-Libya merkezli krizler damga vursa da aslında Akdeniz merkezli süreç biraz daha eskiye uzanıyor. Burada üç temel hadise söz konusu: Fransa’nın “Akdeniz Birliği” projesi, Arap Baharı, Türkiye’nin Afrika’ya dönüşü ve “Fransız Batı Afrikasına” yönelik ziyaretleri.
Fransa’nın emperyal hırslarının ve bu bağlamda “emperyal refleksinin” dönüşü olarak da kabul edilebilecek “Akdeniz Birliği” projesinin temel hedefleri şu şekilde sıralanabilir: AB içindeki pozisyonunu kuvvetlendirmek, Afrika-Orta Doğu ağırlıklı İslam dünyasıyla yeni bir başlangıç yapmak ve bunun liderliğine oynamak, böylece “Büyük/Güçlü Fransa’yı” inşa etmek. Bilindiği üzere, Fransa bu hedefine ulaşamayacak ve “Akdeniz Birliği” “Akdeniz İçin Birlik” projesine dönüşerek, adeta sulandırılacaktır. Bu proje her ne kadar Almanya’nın destek vermemesi üzerine başarısız olmuş gibi görünse de, aslında burada şu faktörler de önemliydi: AB’ye alternatif bir proje olarak “Akdeniz Birliği”nin Fransa’nın gizli bir ajandası olduğuna yönelik güçlü işaretler taşıması; Türkiye’yi hedef alması ve bu kapsamda Ankara’nın başta AB nezdinde olmak üzere yürüttüğü etkin diplomasi; Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) aykırı düşmesi; AB(D)/Batı dışında, bölge ülkelerinden de destek bulmaması.
Türkiye’nin “Fransız Batı Afrikası”na ilgisi
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde eski Fransız sömürgesi olan üç Afrika ülkesine 6-11 Ocak 2013’te gerçekleştirdiği ziyaret, Türkiye-Fransa ilişkilerinde de önemli yansımalara sahne oldu. O tarihe kadar ilgisini ağırlıklı olarak “Arap Afrikası” (Kuzey Afrika) ile sınırlayan Türkiye, Erdoğan’ın Gabon, Nijer ve Senegal’e gerçekleştirdiği ziyaretlerle ufkunu bundan sonraki süreçte Sahra Altı Afrikası’na da yönelteceğinin güçlü işaretlerini verince Paris teyakkuz durumuna geçti.
Bu bağlamda Türkiye’nin Afrika ile dış ticaret hacmini 2015 için 15 milyardan 50 milyara çıkartma hedefi, Nijer’i kuzeyden güneye bağlayan 450 kilometrelik yolun inşasını üstlenmesi, başta su, petrol, doğalgaz ve uranyum olmak üzere yer altı ve yer üstü zenginliklerinin bölge ülkeleriyle birlikte işletilmesi yaklaşımı, yani bölge zenginliğinin bölgeyi ihya etmekte kullanılacağı yönündeki mesajları, Mali’deki iç savaş olasılığı karşısında Türkiye’nin sorunun bölge ülkeleriyle çözümü konusunda daha etkin bir işbirliği çağrısı yapması ve Afrika Birliği’ndeki gözlemci statüsü, hiç kuşkusuz daha anlamlı ve dikkat çekici bir hale gelmiş durumda.
Nitekim bu gezinin ardından Fransa, terörü gerekçe gösterip bu ülkelere yönelik askeri operasyonlarına hız vererek bölgedeki varlığını arttırdı. Türkiye’nin Afrika’ya dönüşü, Fransa açısından bir tehdit olarak algılandı ve bu tarihten itibaren Paris Ankara’ya yönelik politikasını daha da sertleştirme yoluna gitti.
Macron’un Suriye’deki kuyruk acısı
Burada hiç kuşkusuz Fransa’nın Suriye’de uğradığı yenilgi de oldukça önemli bir yere sahip. Macron adeta rövanş peşinde ve bundan ötürü de Rusya’ya yanaşmaya çalışıyor. Her ne kadar Macron son olarak 30 Haziran’da Rusya’yı bir kez daha Wagner üzerinden eleştirse de, diğer taraftan 27 Haziran’da Putin ile gerçekleştirdiği görüşmede başta Libya olmak üzere birçok konuda ortak çalışmaya hazır olduklarını açıklamıştı.
Kırım-Doğu Ukrayna gelişmelerinin ardından Rus tehdidinin dönüşünü ensesinde hisseden AB’nin bir üyesi olan Fransa’nın bu pragmatik tavrı aslında hiç de sürpriz değil. Soğuk Savaş yıllarında da aynı Fransa SSCB’ye fazlasıyla sempatik bir yaklaşım sergiliyor, müttefiklerine “canımı sıkarsanız kuş uçar” mesajını veriyordu. Dolayısıyla Fransa’ya, başta ABD ve Almanya olmak üzere, Batılı devletlerin çok da güvenmediğinin burada altını çizmek gerekiyor. Fransa bu yönüyle AB’nin sırtında taşımak zorunda olduğu kambur görüntüsü arz ediyor.
Macron’un Rusya üzerinden kurmaya çalıştığı oyunun Türkiye boyutu çok net: Türkiye ve Rusya’yı Libya’da karşı karşıya getirmek suretiyle önce Libya’da, akabinde ise Suriye üzerinden Orta Doğu’da ve Akdeniz’de tekrar etkili bir aktör olmak. Bunun için de Türkiye ve Rusya’yı Libya üzerinden derin bir çıkar çatışmasına çekebilmesi çok önemli.
Ama bu o kadar kolay değil. Zira Fransa’nın bu politikasından başta AB-İngiltere ikilisi olmak üzere, müttefikleri ve diğerleri oldukça rahatsız. The Independent gazetesinde yayımlanan son değerlendirme bu açıdan bir tesadüf değil. Söz konusu yazıda “Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) güvenerek Hafter’e yatırım yapan Fransa, Hafter’in yenilgisinin ardından şimdi tek başına kaldı ve yaptığı siyasi ve diplomatik yatırımın faydasını da görmedi” tespiti kadar, “Fransız yetkililer, Libya politikalarını savunmak için Türkiye’yi suçlayarak komik duruma düşüyorlar” ifadesi de epey anlam yüklü.
Macron’un Suriye-Libya merkezli dış politikası iflas etmiştir!
Macron çırpındıkça daha da batıyor ve yalnızlaşıyor. Bu yalnızlaşma sadece müttefikleri bağlamında değil, Fransa iç siyaseti, bürokrasisi ve medyası boyutuyla da kendisini gösteriyor. Fransa’da birçok çevre Macron üzerinden ülkenin dış politikasını sorguluyor ve bunun daha fazla sürdürülemez olduğunun altını çiziyor. Örneğin Fransız kamu radyosu Radio France’ın uluslararası yayın yöneticisi Jean-Marc Four “Fransa’nın Libya politikası bir zafer değil! Libya’da artık ipler Türkiye ve Rusya’nın elinde” demek suretiyle hem bir gerçeğe vurgu yapıyor hem de ülkesinin neden son dönemde Moskova’ya yakınlaşmaya çalıştığının altını çiziyor. Macron’un Halife Hafter konusunda İtalya ile de ters düştüğünü hatırlatan Jean-Marc Four, ülkesinin AB’den de istediği desteği alamadığının altını çiziyor.
Fransız gazetecinin tespitleri bunlarla sınırlı değil. Macron’un Türkiye’ye atfetmeye çalıştığı birçok iddianın, suçun bizzat kendisi tarafından işlendiğinin altını çizen Jean-Marc Four tespitlerini şu şekilde sıralıyor: 1. Fransa Hafter’i destekleyerek siyaseten yanlış ata oynadı ve sahada kaybetti. 2. Fransa’nın Hafter’i desteklemesi hukuki olarak hatalıdır, sorgulanmalıdır. 3. Müttefikleri Sisi Mısır’ı, BAE ve Wagner-Rusya olan Hafter’i Macron’un desteklemesi, Fransa’nın itibarını ve demokrasi söylemini zedelemiştir. 4. Ankara uluslararası hukuka Paris’ten daha çok uyuyor. 5. Aslında Libya’da tehlikeli bir oyun oynayan Fransa’dır. 6. Uluslararası hukuk ve siyasi açıdan Fransa Türkiye’ye “ders verecek” konumda değildir.
Macron’un bir son dakika gelişmesi olarak, bizzat kendi izlediği politikayı, “Hafter’e hiçbir şekilde destek vermedik ve Hafter’in Trablus’a saldırması kabul edilemez” açıklamasıyla reddetmesinin nedeni sanırım şimdi daha net bir şekilde anlaşılmıştır.
Macron’un yoldaki tezgâhları
Macron’un hemen pes etmesi elbette beklenemez. Şu an birtakım politik manevralarla içte ve dışta kendisine yönelik baskıları azaltmaya çalışıyor. Bunun için yeni hamleler yapmaktan çekinmeyecektir, özellikle de Türkiye’yi sahada ve diplomasi masasında yıpratmak, zayıflatmak için. Bu kapsamda Fransa Libya’daki krizi daha da derinleştirmek, hatta bu ülkeyi “ikinci Suriye” yapmak suretiyle, ortaya çıkacak bölgesel terör, istikrarsızlık ve yeni sığınmacı kriziyle başta İtalya ve Almanya’nın direncini kırarak “AB’nin jandarması/polisi” rolünü üstlenmeyi hedefliyor. Bu husus Suriye ile test edilmişti ve başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinin çaresizliği görülmüştü. Macron’un “Avrupa Ordusu”nu gündeme getirmesi bu açıdan bir tesadüf değil. Macron AB’nin silahlı gücü haline gelmek suretiyle, ülkesini AB/Batı içinde siyaseten güçlü bir aktör konumuna taşıma ve iktisadi krizini de aşma peşinde.
Libya’da Türkiye ve Mısır arasında olası bir savaş, bu açıdan Fransa’nın en büyük arzusunu oluşturuyor. Böylesi bir savaşın yol açacağı istikrarsızlık dalgası, Avrupa’yı Fransa’ya askeri-güvenlik boyutuyla daha bağımlı kılacak. Fransa bundan ötürü ABD, Almanya ve Rusya ile farklı ilişkiler kurmak suretiyle manevra alanını genişletmeye çalışıyor. Türkiye’yi bu ülkeler nezdinde de bir tehdit olarak lanse etmeye çalışması bu açıdan anlamlı.
Fransa böylesi bir savaşa/müdahaleye hazır olduğu mesajını 2011’de Libya operasyonuyla göstermişti. Fransa’nın ABD’nin Afrika Ordusu’ndan (AFRICOM) on yıl önce 1997’de kurduğu “Afrika Ordusu” (RECAMP), bu hazırlık sürecinin evveliyatını göstermesi açısından epey dikkat çekici.
Fransa bölgeye, klasik sömürgeci yöntemlere başvurmak suretiyle, “kaba güç” ile gireceği mesajını aslında çok önceden vermişti. Diğer taraftan Suriye sonrası Libya’da yaşanan gelişmeler Fransa’nın “siyaset-strateji-araçlar” bağlamında yaşadığı ahenksizliği; politikalarının sahada (Afrika-Akdeniz-Orta Doğu) karşılıksız kalışını; başta Almanya, İtalya ve İngiltere olmak üzere Avrupa nezdinde destek bulamadığını; bölgesel savaşları teşvik edici tehlikeli oyunlar peşinde olduğunu; Fransız ordusunun İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı bozgunu ve sendromu üzerinden halen atamadığını, dolayısıyla da güçlü bir ordu olma vasfını kaybettiğini göstermesi açısından önemli. Buna karşılık Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve diğer güvenlik unsurlarının operasyonel kabiliyeti ve sahadaki karşılığı, Fransa’nın Türkiye’ye yönelik tepkisini daha anlaşılır kılmakta. Macron bunun hazımsızlığını yaşamaktadır.
[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.