Kudüs'ün statüsü ve uluslararası hukukun(!) sefaleti
Seçim kampanyası esnasında Trump’ın ve daha sonra Rusya dışişleri bakanlığının Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklaması ve İsrail’in Kudüs’teki son günlerdeki uygulamaları, şehrin statüsü tartışmalarını tekrar gündeme getirdi.
İSTANBUL - Prof. Dr. Cengiz Tomar
İslam şehri karakterini, Müslümanlar tarafından fethinin ardından, henüz miladi VII. yüzyıldan itibaren alan Kudüs, Osmanlılar döneminde, 400 yılı aşkın bir süre boyunca, tarihinin en müreffeh ve huzurlu günlerini Kuds-i Şerif adıyla yaşadı. Şehri 11 Aralık 1917’de, yani bundan tam bir asır önce işgal eden İngiliz General Allenby “Haçlı Seferlerinin artık sona erdiğini” ifade ederken, aslında Kudüs mücadelesinin hiç bitmeyeceğini tahmin ediyor muydu? Elbette bunu bilmemiz imkansız. Ancak seçim kampanyası esnasında Trump’ın ve daha sonra Rusya dışişleri bakanlığının Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklaması ve İsrail’in Kudüs’teki son günlerdeki uygulamaları, üç semavi din tarafından kutsal olarak kabul edilen şehrin statüsü tartışmalarını tekrar gündeme getirdi. Aslında İsrail’in nihai hedefi, belli bir strateji çerçevesinde yıllardır adım adım uyguladığı Kudüs’ü Müslümanlardan arındırma ve Mescid-i Aksa hareminde Müslümanların mukaddes mekânlarını yıkarak burada Süleyman mabedini inşa ve ihya etme politikası, maalesef İslam dünyasının içinde bulunduğu bu sıkıntılı dönemde gereğince gündem olamıyor. Halbuki İsrail tarafından başkent ilan edilen Kudüs’ün statüsü, Filistin sorununun en can alıcı noktasını oluşturuyor.
Kudüs’ün statüsü sorunu, İsrail’in kurulmasından önceye kadar uzanmakta. İsrail’in kurulmasından önce İngiliz mandası altında bulunan Kudüs’ün, yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler planına göre (Kasım 1947), Arap ve Yahudi bölgeleri olarak iki kısma ayrılması öngörülmüştü. Bunu göre şehir, Birleşmiş Milletler korumasında, uluslarası özel bir yönetime (corpus seperatum) sahip olacaktı. Bu planın Arap liderler tarafından reddedilişinin üzerinden çok geçmeden, Irgun ve Hagana gibi terörist örgütler vasıtasıyla estirilen tedhiş sonucunda pek çok Kudüslü şehirlerini terketmek zorunda kalmışlardı. Bu tedhiş eylemlerinin en bilineni, Nisan 1948’deki Deyr Yasin köyünde 250 sivilin katledilmesiydi. 1948 sonunda Kudüs’te Müslümanların nüfusu 70 binlerden 3 bin 500’lere kadar düşmüştü.
İsrail’in 1948’de bağımsızlığını ilanıyla Arap-İsrail savaşı başlamıştı. Birleşmiş Milletler planında yüzde 55’i Yahudilere, yüzde 45’i ise Filistinlilere ayrılmış olan Filistin topraklarının, yüzde 78’i bu savaşın sonunda Yahudilerin eline geçmiş ve Filistinlilere sadece yüzde 22’si bırakılmıştı. Bundan sonra Kudüs’ün doğusu özel statü kapsamında Ürdün’ün kontrolü altında kaldı. Ateşkes antlaşmasına göre Eski Şehir’in güneyindeki bir kısım insansız bölge ilan edilmiş, Ürdün yönetimi altındaki Doğu Kudüs’te ise Cebelü’l-Meşârif (Cebelü’l-Meşhed, Mount Scopus) bölgesi İbrani Üniversitesi’ne ve bir İsrail hastanesine bırakılmıştı. Aynı zamanda 1967 Savaşı öncesi sınırları olarak bilinen bu bölünme, aslında iki devletli çözüm planlarının da temel tartışma konularından biri oldu. Batı Kudüs ise henüz 1950’de İsrail’in başkenti olarak ilan edilmişti bile.
1967 savaşında (Altı Gün Savaşı), Filistin topraklarının geri kalan yüzde 22’sini de işgal eden İsrail, Doğu Kudüs’ü tamamıyla kontrolü altına aldı, kendi kurduğu Kudüs belediyesinin sınırlarına dahil etti ve böylece şehrin tamamında hükümranlığını ilan etmiş oldu. Ancak İsrail’in Kudüs’le ilgili uygulamaları bununla sınırlı kalmadı: 1948’den sonra ülkede kalan Filistinlilere vatandaşlık veren İsrail, Doğu Kudüslülere sadece oturma izni verdi. Vatandaşlık hakkı vermeyerek, Kudüs’ten eğitim ya da iş nedeniyle ayrılan Filistinlilerin de oturma haklarını iptal etti. Dahası, işgal ettiği Doğu Kudüs’te nüfus dengesini Müslümanlar ve Hıristiyanlar aleyhine bozmak maksadıyla, 200 bin kişiyi barındıran on iki yeni Yahudi yerleşim birimine izin verdi. İnşa ettirdiği Yahudi yerleşimleriyle Kudüs’ü çepeçevre muhasara altına alarak ve utanç duvarları inşa ederek diğer Filistin şehirleriyle ilişkisini kesti.
İsrail parlamentosu Knesset 1973’te aldığı kararla Doğu Kudüs’teki Yahudi ve Araplara Kudüs belediye seçimlerinde oy verme hakkı tanıdı. Bu kararla Doğu Kudüs batısına ilhak ediliyordu. Knesset Kudüs’ün tamamını İsrail’in “bölünmez ezeli başkenti” ilan eden Kudüs yasasını 1980’de onayladı. Ancak bu karar Birleşmiş Milletler tarafından tanınmadığından, hiçbir devlet Kudüs’te büyükelçilik açmadı.
1988’de Filistin Ulusal Konseyi başkenti (Doğu) Kudüs olan Filistin Devleti’nin kuruluşunu ilan etti. Buna karşılık, 90’ların başından itibaren, Soğuk Savaşın sona ermesi ve SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, İsrail’e göç eden pek çok Sovyet ve Polonya Yahudisi Kudüs’e yerleştirildi. İsrail bu göçleri Doğu Kudüs’teki işgalini güçlendirmek amacıyla kullandı. Doğu Kudüs’teki yerleşimlere karşı çıktığını açıklayan ABD, ironik bir biçimde bu yerleşimler için 400 milyon dolar kredi verdi. ABD Başkanı Geroge Bush 1992’de İsrail’e göç edenlerin yerleşimleri için 10 milyar dolarlık bir kredi anlaşması daha yaptı. İsrail 1995’ten itibaren bu yerleşimleri daha da artırarak, kuzeyde Ramallah’tan güneyde el-Halil’e uzanan “Büyük Kudüs”ü inşa etmeye başladı.
ABD Kongresi aynı yıl aldığı bir kararla ABD büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasını onaylasa da, ABD başkanları altı aylık periyodlar halinde bu kararı erteliyorlar. Son ABD başkanı Trump seçim kampanyası sırasında büyükelçiliğin Kudüs’e taşınması doğrultusunda açıklamalar yapmış olsa da, bu kararı henüz icraata dökmedi. Ancak bu açıklamalar dahi İsrail yönetimini cesaretlendirmiş görünüyor.
Hâlen sadece Kudüs’teki Harem bölgesindeki yapıların tamiri ve bakımı Ürdün’ün kontrolünde olmakla birlikte, Kudüs sorunu Filistin-İsrail görüşmelerinin önünde en önemli engel olarak duruyor. Filistin yönetimi (1967 sınırları olarak bilinen) 1949 ateşkes hattının iki toplum arasında sınır olmasını isterken, İsrail sadece Doğu Kudüs’te Müslümanlara ve Hıristiyanlara ait kutsal mekanların korunması hakkını Filistin yönetimine vermeyi öngörüyor.
İsrail’in Kudüs ve burada yaşayan Müslümanlar ve Hıristiyanlar aleyhine yaptığı sistematik faaliyetler, İslam dünyasının içinde bulunduğu durum ve ABD başkanı Trump’ın cesaret verici açıklamalarının da tesiriyle, gittikçe içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Bütün BM kararlarına rağmen İsrail, şehirde yapılmasına izin verdiği yahudi yerleşimleri vasıtasıyla Müslümanları ve Hıristiyanları tecrit ederken, demografik yapıyı Müslümanlar aleyhine değiştirmek ve şehri Müslümanlardan 'arındırmak' için elinden geleni yapıyor. Kudüslüler’e sadece ikamet izni verdiğinden, kısa bir müddet için dahi olsa şehir dışına çıkanların Kudüs’teki oturma izinleri iptal ediliyor, dışarıdan gelen Filistinlilerin de şehre girmesine izin verilmiyor. Ağır vergiler yüklenen Müslümanların evlerini tamir etmelerine ve yeni evler inşa etmelerine izin verilmediğinden, Filistinliler çok zor şartlarda küçük evlerde, kalabalık bir halde yaşamak zorunda kalıyor. Kudüs’te iş imkanı bulamayan gençler tahsil görmek ve çalışmak için şehir dışına çıktıklarında, bir daha şehre girmelerine izin verilmeyebiliyor. Kudüslü Müslüman ve Hıristiyan gençler ve çocuklar ne yeterli eğitim alabiliyor ne de boş vakitlerini değerlendirebilecekleri oyun ve spor alanlarına sahipler. Tarihi mekanların restorasyonu ise maddi imkân olsa dahi çok karmaşık düzenlemelere tabi. İsrail Mescid-i Aksa Hareminin altında ‘arkeolojik ve bilimsel kazılar’ adı altında onlarca galeri ve tünel açmış durumda. Bu tüneller uzun vadede Haremdeki yapıların çökmesiyle sonuçlanabilir ki bu da İsrail’e Süleyman mabedini yeniden inşa etmek için bir fırsat verebilir.
Irak, Suriye, Yemen ve Libya’daki iç savaşların, Körfez bloğundaki çatlamaların, İran ve Suudi Arabistan arasındaki rekabetin ve bölgedeki toplumların yaşamakta olduğu siyasi ve sosyal problemlerin üstüne bir de İsrail’in saatli bomba etkisine sahip Kudüs’le ilgili uygulamaları eklenince gerginlik had safhaya ulaşmış durumda. Şayet ABD (Trump’ın seçim çalışmalarında söz verdiği gibi) İsrail’deki elçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e naklederse, bu hareket bölgede tam bir atom bombası etkisi yaratır.
Son söz: Fiistin meselesi çözülmeden Ortadoğu’ya barış gelmez.
[Ortadoğu siyasi tarihi ve uluslararası ilişkiler alanında uzman olan Prof. Dr. Cengiz Tomar, Yalova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi ve rektör yardımcısıdır]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.