Dolar
32.35
Euro
34.90
Altın
2,220.83
ETH/USDT
3,568.90
BTC/USDT
70,866.00
BIST 100
9,079.97
Analiz

Küreselleşmenin çıkmazı: Mikro-milliyetçilik mi meşru yönetim mi?

Küreselleşme çağında yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkinin meşruiyetinin hangi zeminler üzerinde inşa edilmesi gerektiği üzerinde durulması gerekir.

Prof. Dr. Tarık Oğuzlu  | 11.10.2017 - Güncelleme : 12.10.2017
Küreselleşmenin çıkmazı: Mikro-milliyetçilik mi meşru yönetim mi?

İSTANBUL - TARIK OĞUZLU

Geçtiğimiz günlerde dünyanın birbirinden farklı iki bölgesinde (İspanya ve Irak) referandumlar gerçekleştirildi ve katılanlara yaşadıkları bölgelerin halihazırda parçası bulundukları devletlerden ayrılıp bağımsız olmasını isteyip istemedikleri soruldu. Katılımcıların ezici çoğunluğu her iki bölgede de ayrılma yönünde tercihlerini belirttiler. Katılımcıların sayıları, düzenlenen referandumların hukukiliği, merkezi hükümetin tepkisi, bölgede bulunan ve referandumların sonuçlarından doğrudan etkilenecek devletlerin verdikleri tepkiler ve küresel siyasetin başat aktörlerinin benimsedikleri tutumlar üzerine sıkça konuşuldu ve yazıldı.

Gerek Katalanların gerekse de Iraklı Kürtlerin ayrılma yönünde takındığı tavrın bölgesel ve küresel siyasi sonuçları üzerine çok fazla söz söylendi. Bu tartışmalarda üzerinde pek fazla durulmayan konulardan bir tanesi küreselleşme çağında yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkinin meşruiyetinin hangi zeminler üzerinde inşa edilmesi gerektiğiydi.

Wilson prensipleri ve ulus-devlet kurgusu

Çok uzun yıllar ulus-devlet siyasi yapılanması bu meşruiyeti sağladı. Çoğunluğunu homojen bir etnik grubun oluşturduğu uluslarda ulus-devlet bu görevi başarıyla yerine getirdi. Etnik homojenliğin varlığı, siyasi rejimin karakterinden bağımsız olarak, yönetenler ile yönetilenleri bir arada tuttu. İster demokrasi ister demokrasi dışı siyasi rejimler olsun, yönetenler ile yönetilenler aynı etnik gruptan geliyorlarsa, aynı dili konuşuyorlarsa, aynı dine inanıyorlarsa ve aynı tarihsel ve kültürel mirasa sahiplerse yönetimlerin meşruiyeti çoğu zaman sorgusuz bir şekilde devam etti.

Birleşmiş Milletler üyesi devletlerin çoğunluğu vatandaşlığı ve ulusa mensubiyeti ortak etnik temeller ve kültürel miras üzerine inşa etti. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’ın savaş sonrası düzenin nasıl oluşması gerektiği üzerine dile getirdiği ünlü 14 prensip arasında ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi gerektiği prensibi önemli bir yer tutmuştu. Wilson’ın açıktan zikretmediği ama kendi kaderini tayin noktasında geçerli saydığı temel prensip aynı etnik temele ve aynı tarihsel mirasa sahip toplulukların ideal ulusları oluşturacağı fikriydi. Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının dağılmalarını takiben bağımsızlıklarını kazanması uygun görülen birçok ulus devlet bu temel üzerinde kurgulanmıştı.

Küreselleşme süreci ulus-devletleri zorluyor

Özcü temeller üzerine inşa edilen birçok ulus-devletin yanında vatandaşlığın ve yönetenler ile yönetilenler arasındaki meşruiyetin ortak değerler ve anayasal bağlar üzerinde kurgulanmasını salık veren alternatif bir model de gelişti. Kan, etnisite ve toprak üzerinde değil de ortak siyasi değerler ve anayasal vatandaşlık üzerinde kurgulanan bu ulus-devlet anlayışı, bir önceki modelin aksine daha çok demokrasi ile yönetilen ülkelerde başarılı olabildi. Hâkim etnik grup ile diğerleri arasında çatışma çıkmaması ve ortak kader birliğinin tesis edilebilmesi için yönetenler yönetilenlerin ırksal, etnik, dini ve dilsel farklıkları üzerinden oy devşirmeyip iktidara gelebilmek ve orada kalabilmek için toplumun genelinin refahını mümkün kılacak siyasi ve ekonomik projeler ileri sürdüler ve kimlik temelli politikalardan uzak durdular. Siyasal liberalizm, anayasal vatandaşlık temeli üzerinde inşa edilen ulus-devletlerin yaşayabilecekleri en ideal ortamı sundu.

Bu arka plandan bakıldığında Soğuk Savaş’ın bitiminden günümüze ivme kazanan küreselleşme süreci her iki şekilde de tanımlanan ulus-devlet anlayışına ciddi zorluklar çıkarıyor. Ama kesin olan bir şey varsa o da anayasal vatandaşlık ve ortak siyasi değerler üzerine inşa edilen ulus-devlet anlayışının bu süreçten daha olumsuz etkilendiği.

Dünya devleti/hükümeti hayali gerçekleşmeyecek

Aslında her iki tür ulus-devlet anlayışının başarılı olabilmesi temelde bir ‘yönetim/yönetebilme’ sorunu. Yönetebilme ise özü itibariyle yönetenler ile yönetilenler arasındaki meşruiyet ilişkisinin nasıl kurulduğuyla alakalı. İnsanların hayatlarını derinden etkileyen kararları alanlar küreselleşme çağında kararlarının içeriğine ilişkin meşruiyeti nasıl sağlayacaklar? Karar alma süreçlerinde kararların sonuçlarından doğrudan etkilenenler nasıl temsil edilecek? Küreselleşme süreci hiyerarşik ve merkezi yönetimleri mi yoksa yerinden yönetime dayalı adem-i merkeziyetçi yapıları mı daha meşru kılacak?

Öyle görünüyor ki, hiper-küreselleşmecilerin öngördükleri ve savundukları dünya devleti/hükümeti hayali gerçekleşmeyecek. Ortak dünya hükümeti ve vatandaşlığı üzerine bina edilen, küresel bir medeniyet tasavvuru öngören, küresel vatandaşlığı tüketim alışkanlıkları üzerine kurgulayıp bireyleri rasyonel hareket eden tüketiciler olarak gören anlayış başarısız olmaya mahkûm. Küresel olma iddiasını en fazla taşıdığına inanılan Batı dünyasının rakipsizliği, Batı dışı güçlerin yükselişi ve ileri sürdükleri alternatif dünya düzeni tasavvurlarının her geçen gün daha fazla alıcı bulmasıyla artık sadece bir anektod. 

Mikro-milliyetçilik veya anayasal vatandaşlık

Küreselleşme süreci ve onu neredeyse mümkün kılan teknolojik devrimler tek bir merkezden yönetimi ve ortak dünya medeniyeti oluşumunu imkânsızlaştırıyor. Çünkü teknoloji çok sesliliği ve bölünmüşlüğü daha mümkün kılıyor. Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan insanlar belki ‘benzer’ teknolojileri kullanarak ‘benzer’ şekilde iletişime geçiyorlar ama ‘farklı’ mesajlar yollayıp ‘farklı’ kimliksel duruşlarını paylaşıyorlar.

Küreselleşme ve çığır açan teknolojik devrimler bireyleri özgürleştirirken, aynı zamanda onları kendilerine en fazla benzeyenlerle daha fazla iletişime geçip birlikte yaşamaya zorluyor. Sınırlar arası (hem zihinsel hem de mekânsal) temasların hızlandığı ve çeşitlendiği bir ortamda insanlar ontolojik güvenliklerine daha fazla kafa yoruyorlar. Yani her geçen gün daha fazla sayıda insan kim olduğunu, neye inandığını, küreselleşme sürecinde kimliksel ve fiziksel varlığını nasıl koruyabileceğini daha fazla merak ediyor.

Coğrafi büyüklükleri ve nüfus büyüklüklerine bakılmaksızın ulusal kimliklerini sarsılmaz etnik, dini ve dilsel temeller üzerinde inşa eden homojen toplumlar bu süreci daha rahat atlatacaklar. Diğer taraftan bu özelliklere sahip olmayan ülkelerde yaşayan insanların ontolojik güvenliklerini garanti edebilecek iki farklı siyasi yapılanma söz konusu olabilir. Ya kendi içinde oldukça homojen uluslar mümkün olacak ki bu mikro-milliyetçilik olgusunun ivme kazanması anlamına gelecek, ya da anayasal bağlılık ve ortak siyasi değerler temelinde tanımlanan vatandaşlık anlayışı daha da güçlenecek.

Artan 'güvenlik' kaygısı

Küreselleşme surecinin tüketim alışkanlıkları ve hazza dayalı hayat tarzları noktasında bir homojenleşmeyi tetiklediğini biliyoruz ve görüyoruz. Yalnız bu durum insanların maddi refah ve güç artırımını hayatlarının merkezine koyan homo-economicus’lara dönüştüğü anlamına gelmiyor. Son kertede zengin Katalanlarla fakir Iraklı Kürtleri birleştiren nokta referandumda kararlarını verirken bu kararların ortaya çıkarması muhtemel ekonomik sonuçları pek de hesaba katmadıkları. Aynı durum AB’den ayrılmak isteyen Birleşik Krallık vatandaşları ve Birleşik Krallık’tan ayrılmak isteyen İskoçların tercihlerinde de söz konusu.

Ne Katalanlar ne de Iraklı Kürtler bağlı bulundukları devletlerden ayrılınca ekonomik olarak çok daha iyi durumda olacaklarını bilebilirlerdi. Hatta ayrılma sonrasında ekonomik sıkıntılarının daha da artacağına dair işaretler daha fazla. Bu özelikle Iraklı Kürtler için söz konusu. Küreselleşme çağında ontolojik güvenliklerinin peşinden koşan insanlar son kertede ‘ekonomik’ olmaktan ziyade ‘sosyolojik’ motivasyonlarla hareket ediyorlar. Sosyolojik kaygıların her geçen gün daha fazla ön plana geldiğini hem Batı hem de Batı dışı dünyada görüyoruz. Popülist ve milliyetçi dürtüler temelinde siyaset yapan ve oy veren kitleler her geçen gün artıyor. Karar alma süreçlerine katılım bağlamında ‘referandum’ seçeneğinin insanların önüne sıklıkla konmaya başlanması küreselleşme sürecinde artan ontolojik güvenlik kaygılarından bağımsız düşünülemez.

[Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, Antalya Bilim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesidir] 

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.